Kuramsal milliyetçilik alanındaki önemli çalışmaları ile tanınan Benedict Anderson,kaleme aldığı “Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Yayılması ve Kökenler” isimli çalışması ile bu alandaki çalışmaların temel okumalarından birisi haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde milliyetçilik çalışmalarına yaptığı katkılar ile günümüze ışık tutan bir düşünür olan Anderson, çalışmalarını kuramsal milliyetçiliğin üç önemli akımından birisi olan “modernist” bir perspektife dayandırdığı göze çarpmaktadır. Modernist perspektifin diğer akımlardan ayırıcı özelliği, kapitalizmin referans noktası alınarak kapitalizm sonrası dönemden itibaren milliyetçiliğin gelişim aşamalarını inceleyen ve milliyetçiliğin kapitalizm ile doğrudan ilişkisini irdeleyen bir akım olmasıdır.
Kitabına ulus, milliyet ve milliyetçilik kavramlarının kötü şöhretine değinerek başlayan Anderson, milliyetçilik kadar milliyetin de kültürel bir inşa sürecinin bir ürünü olduğu savını öne sürmektedir. Milliyetçiliğin modern kalkınma tarihinin patolojisi olarak ele alındığı, bu doğrultuda ulus kavramının ise “hayal edilmiş siyasi bir topluluktan” süregelmektedir. Bu siyasi topluluk hem kendine egemenlik bahşeden, hem de sınırlılıklar içerisinde hayal edilen bir “cemaat” niteliğindedir (Anderson,2017:20). 18.yy’dan itibaren milliyetçiliğin doğum sancıları artmakla birlikte aynı zamanda bu çağ dinsel düşüncelerin günbatımı olarak nitelendirilmektedir.
Anderson dinsel cemaatlerin ve hanedanlık kavramının milliyetçilik ortaya çıkmadan önce insanları bir arada tutan çerçeveleri sağladığına değinmektedir. Öte yandan Anderson’a göre bu kavramlardan farklı olarak ortaya çıktığı dönemden itibaren milliyetçilik “rastlantıyı yazgıya dönüştüren” bir büyü olarak nitelendirilmektedir (Anderson, 2017:26). Milliyetçiliğin yükselmeye başladığı dönemlerdeki Ortaçağ’da dinsel cemaatlerin ve dini yapılar üzerine kurulan hanedanlıkların düşüşe geçtiği görülmektedir. Bu durumun başlıca sebepleri ise Avrupa dışındaki coğrafi keşifler, matbaanın bulunması ve medya araçlarının yaygınlaşması nedeniyle farklı dillere yapılan çeviriler, bu doğrultuda Latincenin önemini yitirmiş olmasıdır. Roman ve gazetelerin milliyetçilik bağlamında kurulan hayali cemaatlerin en önemli inşa araçlarından birisi olduğu kitapta sıkça değinilen meselelerden birisini oluşturmaktadır. Kapitalizmin giderek yayılması ve bu doğrultuda kapitalizmin bir sonucu olarak gerçekleşen Reform etkisi ile yayıncılığın farklı boyutlara ulaştığı savına da yer verilmektedir. Teknoloji ve kapitalizmin iç içe geçmiş olmasının farklı bir iktidar dili yarattığı da öne sürülmektedir. Anderson’a göre Kapitalizmin hızla yayılarak teknolojik gelişmeler vasıtasıyla farklı diller yaratması, ulus bilincinin oluşmasına önemli bir katkı yapmıştır.
Milliyetçiliğin kültürel zeminini hazırlayan bir diğer gelişme de “zaman” kavramında yaşanan değişime bağlanmaktadır. Bu önermeye göre, Ortaçağ’daki “eşzamanlılık” kavramıyla özetlenebilecek zaman anlayışı hakimdir. Bu anlayış, olayların eşzamanlı olarak yaşandığı geçmiş, bugün ve geleceğin olmadığı bir zaman tablosu çizmektedir. Her şey ilahi bir güç tarafından önceden belirlenmiştir. Anderson’a göre Ortaçağ’ın bu zaman kavramı yerini türdeş, içi boş bir zaman düşüncesine bırakmaktadır.
Coğrafi keşiflerin ulus bilincinin oluşmasındaki önemi ise Avrupa’nın “seçilmiş olan” kimliğine yapmış olduğu katkıdan süregelmektedir. Çoğulculuğun giderek fark edildiği bir dünyada dil, coğrafi keşifler neticesinde “diğerlerinden (öteki olandan) farklı içsel bir alan yaratma” işlevine bürünmüştür. Böylece ilk defa 19. yy’ın başlarından itibaren dil, ulus inşası anlamında bilinçli bir şekilde yönlendirilebilen bir mekanizma halini almıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren ise modern bir ulus inşası, sanayi kapitalizminin hareketlilik kazanmasıyla yeni sömürgecilik olarak kendisini dönüştürmüştür. Milliyetçiliğin 18. yy’dan günümüze kadar olan serüveni; imparatorluklar düzeyinde “resmi milliyetçilik” anlatısıyla başlayıp, günümüzde Makyevalist ve sistematik biçimde sürdürülen “modern ulus inşası”na dönüşmüştür.