Editör Notu: Dikkat, spoiler içerir!
Yakın zamanda vizyona giren ve yönetmenliğini Ridley Scott’ın yaptığı “Napolyon” filmi, çok büyük tartışmalara konu oldu ve olmaya da devam ediyor. Başrolünde Joaquin Phoenix’in bulunduğu yapım, başta tarihçiler ve Fransız gazeteleri olmak üzere birçok kesim tarafımdan yoğun eleştiri yağmuruna tutuldu. Hatta eleştiriler daha da ilerledi ve filmin yönetmeni Ridley Scott, eleştirilere karşı oldukça sert cevaplar vermeye başladı. Scott, filmi eleştiren tarihçilere “Orada mıydınız? Ah siz orada değildiniz. O halde nereden biliyorsun?", “Başka işiniz mi yok? Git kendine yeni bir hayat bul.” derken filmi beğenmeye Fransızlara da “Fransızlar kendilerini bile, sevmiyorlar. Bu filmi Paris'te gösterdiğim izleyiciler onu çok sevdiler.” şeklinde açıklamalar yaptı ve ısrarla bunun bir belgesel olmadığını savundu.
Scott’ın bu çıkışları, sert olmakla birlikte oldukça temelsiz ve saldırgan olarak kabul edildi. Eleştirmenlerin ve tarihçilerin büyük bir kısmı, filmin kurgu eksikliğine, tarihsel hatalarına, figüranların kötü telaffuzlarına ve Anglo-Amerikan bakış açısına göre ele alınmasından dolayı yapımın, başarısız olduğunu savundu. Anlaşılan o ki, bu tartışmalar henüz bitmeye oldukça uzak bir durumda ve muhtemelen bundan sonra mesele, film ekseninden çıkıp bizzat, Napolyon’un kendisine gelecektir.
Açıkçası, bu yazıyı yazmadan önce hem filmi izleyip
hem de yapılan eleştirileri incelemeye çalıştım ve meselenin başka bir soruna
işaret ettiğini fark ettim. Eleştiriler yerli yerinde olmakla birlikte bize şu
soruları sorduruyor: Hangi Napolyon? Hangi tarih? Hangi gerçek? Hangi hakikat?
Cevaplarını bulmakta sorun yaşadığımız bu sorular, aslında sadece bir film ile
sınırlı olamayacak kadar büyük meselelerdir.
İlk olarak, filmde çok fazla hata ve eksik
bulunmaktadır. Bariz bir şekilde filmi izlediğiniz zaman içinizden kahkaha
atasınız geliyor. Hatta bu yüzden eleştirilerden bir tanesi filmin garip bir
şekilde komik olduğu yönündeydi. Aslında burada komik olan, film içerisindeki
anlamsız absürt sahneler değildir. Komik olan, başta Napolyon olmak üzere
filmindeki diğer karakterlerin insan zihninde oturmayan tavırlarıdır. Olaylara
verilen tepkilerin yapmacık hatta nedensiz duruşu, film ile izleyici arasındaki
bağı sanki koparıyor. Kısacası, Napolyon hakkında bilgisi olan, olmayan herkes,
film içerisindeki kaybolmuşluğu ilerleyen noktalarda rahat bir şekilde hissedebilir.
Bunun sebebi ise; belli başlı temaların, (cinsellik, hırs, aşk, üzüntü, ölüm…vb.)
kurgu içerisinde zorundalıktan işleniyormuş gibi gözükmesinden kaynaklıdır. Üstelik
sahneler arasında öyle geçişler yapılmış ki, olay kurgusu tamamen varlığını
yitirmiş. Fark ettiyseniz daha filmdeki tarih eksikliğinden bahsedemedik bile.
Bu yüzden meseleyi, iki yazı halinde ele almanın yerinde olacağını düşünüyorum.
Bu yazıda, filmin hatalarını ve eksikliklerini tarihin bize verdiği sınırlı bilgiyle “düzeltebilir miyiz?” sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. İkinci yazıda ise yapmaya çalıştığımız anlatımın, neden sınırlı olduğunu ve kurgu dediğimiz kavramın aslında ne anlama geldiğini açıklayarak sıkıntının çok daha önemli bir meseleye işaret ettiğine değineceğiz.
Hangi Napolyon?
Bizler, ilk defa Ridley Scott’ın çektiği bir tarih
filmi ile karşı karşıya değiliz. Kendisini daha önce 1492: Cennetin Fethi (1992),
Gladyatör (2000), Cennetin Krallığı (2005) Exodus: Tanrılar ve
Krallar (2014) filmlerinin yönetmenliğini yaparken gördük. Joaquin Phoenix’in
ise Gladyatör filminde canlandırdığı İmparator Commodus Antoninus rolü
vasıtasıyla Scott’la tanıştığını biliyoruz. İkilinin tekrardan Napolyon filmi
ile buluştuğunu gören insanlar, “acaba, tekrardan hafızamızda yer eden güzel
bir proje ile karşılaşabilir miyiz?” diye sormadan edemediler.
Aslında Scott, Hollywood’un önemli bir özelliğin vücut
bulmuş halidir. Hollywood, yoğun seyirci kitlesine ulaşabilmek adına epik
filmleri, garanti yapımlar olarak kabul eder. Epik bir filmin yapılması için
iyi oyunculuk örnekleri ile mekân ve dekor arasında kopmaması gereken önemli
bir bağ bulunur. Bu yüzden çekilen mekânın ihtişamlı ve büyük olması gerekir.
Kostümlerin hem döneme uygun hem de insanın dikkatini çekecek şekilde
tasarlanması önemlidir. Hollywood, bu kriterler için masraftan asla kaçınmaz
çünkü geri dönüşünün olumlu yönde olacağını bilir. Scott gibi yönetmenler ise
bu işin garantisi gibidir.
Gelelim, Napolyon filmine. Yukarıda bahsettiğim gibi,
film oldukça büyük hatalar ve tarihsel eksiklikler barındırıyor. Elbette, bir
filmden tamamen tarihe sadık bir kurgu yapmasını beklemek oldukça zordur çünkü
tarihin kendi anlatımı, bir filme sığamayacak kadar geniş ve çok yönlüdür. Elbette,
buna rağmen film içerisinde yapılan hatalar, o kadar bariz hatalar ki, gerçekten
insan şaşırmadan edemiyor.
Film, Marie Antoinette’in 16 Ekim 1793 tarihinde idam edilmesi olayı ile başlıyor. Kraliçe’nin idam edildiği yer şu an Paris’te bulunan Place de la Grève (Grev Yeri) bölgesidir. Film içerisinde gösterilen yer ise geçmişteki bilinen haline hiç benzememektedir. Bu sahnede yapılan iki önemli hata, bölgenin benzeyip benzememesi tartışmalarının önüne geçiyor. İlk olarak Marie Antoinette’in idam edilmeye götürülürken siyah bir elbise giydiğini görüyoruz. Kraliçe’nin idam edilirken beyaz bir kıyafet giydiği hem tarihi kaynaklarda yazılmış hem de birçok sanatçı tarafından resmedilmiştir. (1) Bu eserlerin en bilineni, İngiliz ressam William Hamilton’ın 16 Ekim 1793 tarihinde yaptığı “Marie Antoinette İdama Götürülüyor” tablosudur.
Bu meseleye değinmemdeki sebep, Scott’ın geçmişteki
projeleri için tablolardan yararlandığını biliyor olmamızdan kaynaklıdır.
Kendisi, henüz Gladyatör filmini çekmeden önce Jean-Leon Gerome’un “Pollice
Verso” (Başparmaklar Aşağıya) tablosundan çok etkilendiğini ve filmi
çekmesindeki hevesin, tablodan kaynaklı olduğunu belirtmiştir. Açıkçası, Gladyatör’de
gösterdiği hassasiyetini Napolyon’da yitirdiğini rahatlıkla görebiliriz.
Filmdeki ikinci hata ise Kraliçe idam edilirken
Napolyon’un onu izliyor olmasıdır. Açıkçası, böyle bir “saçmalığı” nasıl
yaptıklarını anlamak son derece zor. Napolyon’un, Kraliçe idam edilirken orada
bulunduğuna dair hiçbir kayıt mevcut değildir. Bildiğimiz kadarıyla Napolyon, Kral
ve Kraliçe’nin idam edilmesine en şiddetli direnişi gösteren kişidir. Onun
monarşist olmadığını biliyoruz ancak ona göre, Kral ve Kraliçe idam edilmeseydi
eğer devrim, diğer Avrupa ülkelerine daha çabuk yayılacaktı (2) çünkü devrim,
antipati kazanmak yerine çok büyük olasılıkla sempati toplamaya devam edecekti.
Gelelim, filmin bir diğer sıkıntı olan Napolyon’un,
Josephine ile olan aşkı meselesine. Öncelikle, film içerisinde kurgulanan aşk ve
cinsellik temaları karakterlere ulaşmamızı son derece imkânsız kılıyor. Filmin
ilk yarısının, Napolyon ve Josephine arasında gereksiz yere gösterilen aşk ve
cinsellik teması ile paramparça edildiğini düşünüyorum. Vanessa Kirby’nin
canlandırdığı Josephine karakteri, tutkunun ve ihtirasın karşılığı olurken,
Napolyon’un güçlü iradesini delip geçen çekici kadın figüründe canlandırıldığı gözükmektedir.
Napolyon ile Josephine’in tanışma hikayeleri filmde tarihe daha uygun
işlenmiştir ancak ikili arasında istekli tarafın Napolyon, isteksiz tarafın ise
Josephine olduğunu hatırlamamız gerekiyor. (3)
Napolyon aslında, Josephine’in geniş siyasi çevresine
önem veriyordu. Bir yerde Josephine ile olan ilişkisi, bir güç ilişkisine de
dayanmaktaydı. Filmde ise tarihten sapılan bir diğer olay, Direktuvar’ın
yöneticilerinden Paul Barras ile Napolyon sahneleridir. Barras, Direktuvar’ın
başına geçtiği zaman, kendisine yeni müttefikler aramıştır. Özellikle bu
kişinin Napolyon olmasını çok istemiş ve desteğini almak için çabalamıştır. Scott’ın
filmde ise tam tersi bir anlatım mevcuttur. Sanki Napolyon, Barras’a kendisini
kanıtlamaya çalışıyor gibidir.
Filmde Barras hakkında yapılan bir eksikliğe daha
değinmemiz gerekiyor. Josephine’in ilk eşi Alexandre de Beauharnais’ı
kaybettikten sonra Barras’ın metresi olmuştur. Barras’ın Josephine’i kendi
yanında görmek istemesindeki sebep, Josephine’in Paris içerisinde önemli bir
nüfuzu olmasındandır. Barras’a göre Josephine
bir “sosyete fahişesi”dir. (4) Elbette, Barras’ın asıl isteği,
Napolyon’u yanında görmektir. Bu yüzden, Napolyon’un Josephine’i sevdiğini
öğrenen Barras, metresine Napolyon ile evlenmesi konusunda yoğun baskı uygulamıştır.
(5) Bu sayede hem Josephine’in desteğini kaybetmemiş olacak hem de Napolyon’u
kendi safına çekebilecekti.
Film içerisindeki en büyük kırılma noktalarından bir
tanesi hiç şüphesiz Napolyon’un Mısır Seferi’dir ancak daha önce değinmek
istediğim önemli bir husus var. Hatırlarsanız Ridley Scott, Fransızlara karşı “kendilerini
bile, sevmiyorlar” şeklinde bir çıkışta bulunmuştu. Tesadüf, Napolyon’un
kendisi bile, kariyerinin ilk yıllarında Fransızları sevmiyordu. Hatta
kendisini 20 yaşına kadar Fransız olarak bile görmediği bilinmektedir. Fransız Devrimi’nin
başlangıcında yazdığı bir mektupta (1789) şu ifadeleri kullanmıştır:
“ Ben vatan (Korsika) mahvolurken
doğdum. Kıyılarımıza otuz bin Fransız saldırdı, hürriyet tahtını kan selleri
ile içinde boğdular, gözlerimin ilk gördüğü şey, işte bu korkunç manzara oldu.”
(6)
Aynı tarihte Ulusal Meclis’in Korsikalıları tanıması
için kaleme aldığı mektubun başlangıcında ise şöyle der:
“ Baylar, Fransızlar bize hükmetmeye zorbalıkla muvaffak oldular; fetihlerini gene zorbalıkla emniyet altına almak istediler.” (7)
Film içerisinde Napolyon’u Toulon kuşatmasında en ön safta koşan kişilerden birisi olarak görüyoruz. Buna kurgu diyebiliriz ama film içerisinde İngiliz askerlerinin eğlenirken sürpriz bir baskın ile karşılaşması izleyicinin aklıyla biraz olsun dalga geçmek gibidir. Kısacası, buradan sorulması gereken soru şu oluyor: İngiliz askerleri eğlenmek yerine dikkatli olsalardı Napolyon kaleyi alabilir miydi? Napolyon, Toulon şehrini almaya çalışırken iki önemli tepe olan Eguillette ve Balaguier’i ele geçirmek için çok yoğun çaba göstermiştir. Toulon, bu iki tepenin düşmesi ile daha kolay bir şekilde ele geçirilmiştir.
Burada değinmek istediğim esas mesele, Napolyon’un
kendisini hala Fransız olarak kabul etmiyor oluşudur. Peki, bunu nereden
biliyoruz? Film içerisinde sadece isminden bahsettikleri 1796 İtalya Seferi, Napolyon
için önemli bir kırılma noktasıdır. (Bundan önce, 17 Eylül 1795 yılında Osmanlı
İmparatorluğu’na topçu komutanı olarak gitmek üzere talepte bulunmuştur.) Napolyon,
bilindiği üzere İtalyan asıllıydı ve bu sefere kadar soyadını Bonaparte
(Bonapart) şeklinde değil, Bounaparte şeklinde İtalyanca olarak
kullanmıştır. 1796 yılında sefere çıkmadan önce soyadını İtalyancadan
Fransızcaya çevirerek Bonapart yapmış ve savaşın sonunda imzalanan Campo
Formino Barış Antlaşması’nın altına Fransızca soyadı ile imza atmıştır.
Filmin geçiş sahneleri, birbirinden o kadar kopuk bir şekilde ilerliyor ki, parçaları bir araya getirip oturtmak, izleyici için son derece zor bir hâl alıyor. Henüz İtalya Seferi’nin ne olduğunu bilmeden Napolyon’u, Mısır Seferi’nde Sfenks’in önünde buluyoruz. İlk olarak Napolyon Mısır’a çok zor bir şekilde gitmiştir çünkü İngiliz Amiral Nelson, Britanya Donanması ile Fransa’nın sahil kısımlarını Ablukaya almıştır. Hatta Napolyon’un 35 bin kişilik bir ordu ile Fransa’dan ayrıldığı haberini alan Nelson, Mısır’a kadar Napolyon’un peşinden gitmiştir.
Mısır’a ulaşan ve 21 Temmuz 1798 tarihinde Piramitler
Savaşı’nı kazanan Napolyon, Kahire’yi işgal etmiştir. Napolyon’a,
Mısır
halkının”Sultanel-Kebir” yani Büyük Sultan dedikleri ve Mekke Şerifi’nin
de “Kutsal Kâbe’nin Koruyucusu” şeklinde hitap ettiği bilmektedir. Filmde
gösterilen savaş sahnesinde Napolyon’un emri ile Piramitlere ateş açıldığı görüyoruz.
Böylesine yanlış bir anlatım, Napolyon’un karakterine hakaret etmekten başka
bir şey değildir. Bilindiği üzere, Napolyon Mısır Seferi’nde, arkasında büyük
bir bilim adamı ve sanatçı ordusu götürmüştür. Burada yürüttüğü çalışmalar
sayesinde, gelecekte kurulacak Egyptoloji biliminin temellerini
oluşturmuştur. (Egyptoloji, Jean François Champollion’un çalışmaları ile
başlamaktadır ve Mısır Seferi’nin akademik alandaki devamı olarak görülür.)
Napolyon’un doğuya bakış açısı sadece Mısır ile
sınırlı değildir. Fransa’da ilk Çince sözlüğün, 1813 yılında Napolyon’un emri
ile Guignes Fils tarafından çevrilmesi ve ilk Sinoloji bölümünün 1814 yılında Collége
de France’da açılması, bunun en belirgin örneklerindedir. (8) Özellikle diğer
Sinoloji bölümlerinin Rusya’da 1851, Britanya’da 1876 yılında açılmış olması,
Fransa’nın Çin araştırmaları konusunda, ne kadar farklı bir yerde olduğunun da
kanıtıdır.
Filmdeki önemli bir eksiklik, hiç şüphesiz Amiral
Nelson karakterinin olmamasıdır. Napolyon’u takip ederek Mısır’a gelen Nelson,
Fransız Donanması’nın çok büyük bir kısmını imha etmeyi başarmıştır. Burada iki
önemli gelişme vardır. Birincisi, Napolyon’un donanmayı büyük ölçüde
kaybetmesinden dolayı Fransa ile bağının kesilmesi, ikincisi, Cezzar Ahmet Paşa’nın
savunduğu Akka Kalesi’ni ele geçirememesidir. Filmde ise Napolyon’un Mısır Seferini
yarıda bırakmasını eşi Josephine tarafından aldatılmasına bağlamışlardır. Böyle
bir olay, kurgu eleştirilerinin çok ilerisinde bir kalitesizlik örneğidir.
Filmde Napolyon, Fransa’ya döndükten sonra önemli olaylar birkaç dakikalık kesitler halinde anlatılırken Josephine ile arasındaki aşk ve cinselliğe çok daha büyük bir yer verilmiştir. Aslında Scott, filmin ismi Napolyon ve Josephine koymuş olsaydı eleştirilerin büyük bir kısmında kurtulabilirdi çünkü bu filmde anlatılan Napolyon, hakkında bilgi sahibi olduğumuz Napolyon’dan çok uzak hatta alakasız bir konumdadır. Diğer bir yandan Direktuvar’ı devirmeye çalışan Napolyon’un komite üyeleri tarafından tartaklanıp salondan canını zor kurtarması gibi garip ve anlamsız sahne ile karşılaşıyoruz. Daha bu durumun ne olduğu tam olarak netleşmeden kendisini bir anda imparator ilan eden Napolyon’u görüyoruz. Burada yine bir düzeltme yapmamız gerekiyor. Napolyon, Fransa İmparatoru değil, Fransızların İmparatorudur. Yani tüm yurttaşların imparatoru olarak sayılmaktadır. Sadece devletin değil, toplumuna bağlı her yurttaşın imparatorudur kendisi. Ayrıca, burada yine Amiral Nelson karakterinin olmayışına vurgu yapmak isterim çünkü Napolyon, imparator olduktan sonra ilk büyük yenilgisini Trafalgar’da (1805) almıştır. Napolyon, Britanya’yı işgal etmek adına İngiliz Donanması’nın yok olması gerektiğine karar vermiştir. İspanya’nın da desteğini alan Napolyon, Cadix Limanı’na sıkışan donanmasına, Nelson komutasındaki Britanya Donanması ile çarpışma emri vermiştir. Bu savaş sonucunda Napolyon, 18 savaş gemisi kaybetmiştir. Britanya ise hiçbir kayıp vermemiştir ancak Nelson, savaş sırasında aldığı kurşun darbesi sonucunda yaşamını yitirmiştir.
Film, Napolyon’un imparator olmasından sonra direkt
olarak 1805 yılındaki Avusturya ve Rusya ordularına karşı savaştığı Austerlitz
Muharebesi’ne odaklanıyor. Napolyon için çok önemli olan bu savaşa, büyük bir yer
ayıran Scott, nasıl olur da Rusya ve İspanya seferlerine aynı zamanı ayırmaz? İspanya,
Napolyon’un imparatorluk hayatı için oldukça önemli bir dönüm noktasıdır. Arthur
Wellesley, yani bilinen adıyla Lord Wellington, Napolyon’un karşısına ilk
olarak İspanya’da çıkmıştır. Filmde anlatıldığı gibi Waterloo Savaşı’nda olaya
dahil olmuş bir isim değildir. Napolyon, 21 Kasım 1806 tarihinde Kıta
Ablukasını (Blocus Coninental) ilan ederek bütün Avrupa ülkelerinin
Britanya ile ticaret yapmasını engellemiştir. Bu anlaşmayı ilk delen filmde
gösterildiği gibi Rusya değil, Portekiz’dir. Bunun üzerine Portekiz’e sefere
çıkan Napolyon, Lord Wellington komutasındaki birlikleri yenememiştir. Daha
sonra İspanya kralı IV. Charles’ı tahtan indirmiş ve yerine abisi Joseph’i
geçirmiştir. Elbette bu durum İspanyol halkının ayaklanmasına sebep oldu.
İspanya’ya başta 150 bin kişilik (daha sonra 200 bin ilave) bir ordu gönderen
Napolyon, büyük katliamlara da imza atmaktan geri durmadı. Meşhur İspanyol
Ressam, Francisco Goya’nın yapmış olduğu “3 Mayıs 1808” isimli tablosu,
yaşanan Madrid katliamına binaen resmedilmiştir.
Gelelim, filmdeki Rusya seferi detayına. Napolyon’un
hayatındaki en büyük başarısızlığı, Rusya Seferi’dir ancak filmde, Rusya Seferi
öyle anlatılmış ki, Borodino Savaşı son derece kısa (Savaş ve Barış
kitabını okuyanlar, ne demek istediğimi eminim daha iyi anlayacaklardır.), Rusların
savaş taktiği olarak bilinen Büyük Moskova Yangını ise seferin kendisinden daha
uzun sürmektedir. Üstelik henüz savaşa gitmeden önce Rus Çarı ile Müttefik olan
Napolyon, Çar’ın Tilsit Görüşmeleri’nde İstanbul’u istemesi teklifine olumlu
cevap vermemiştir. Filmde ise tak aksine İstanbul üzerine yapılacak seferin
teklifini Napolyon’un kendisi sunmaktadır. Üstelik hatalar sadece bununla
sınırlı değildir. Nasıl Amiral Nelson karakteri filmde eksikse, Mihail Kutuzov
karakteri de aynı şekilde eksiktir. Kutuzov, Napolyon’u Rusya seferinde en çok
uğraştıran komutanların başında gelmektedir ve Fransız ordusunun büyük ölçüde
başarısız olmasındaki iki temel sebepten birisidir. Filmde kış detayına dikkat
çekilirken Napolyon’un Rusya’dan nasıl çıktığına dair atıfta bile bulunulmamıştır.
Napolyon, 420 bin kişi ile çıktığı Rusya Seferi’nden sadece 50 bin kişi ile
geri dönebilmiştir. Hatta kendisi bu kaybın, büyük bir kısmının Prusyalı,
Avusturyalı, İtalyan ve İspanyol olduğunu söyleyerek Fransız kayıplarının çok
az olduğu yalanı ile kendisini ve çevresini avutmaya çalışmıştır. Üstelik
Napolyon Fransa’ya oldukça zor bir şekilde geri dönmüş ve ona karşı kurulan
koalisyon güçleri, Paris’i girerek Fransa’yı işgal etmiştir. Filmde ise Napolyon’un
Fransa’ya geri nasıl döndüğü anlamak son derece güç. Üstelik Paris’in işgal
edilmesi gibi bir olay filmde nasıl işlenmez inanın bilmiyorum. Gerçi bu
noktaya kadar yapılan yanlışlardan sonra böylesine bir hamleyi beklemek,
herhalde en büyük yanılgılardan birisi olur.
Elba Adası sürgünü ise hiç çekilmeyebilirmiş aslında. Napolyon,
Elba Adası’nda kendisine ufak bir krallık kurmayı başarmış birisidir. Adada
eğitim ve hukuk sistemini yeniden yenileyip, gelişmiş tarım tekniklerini uygulayarak
yeni madenler açarak demir cevheri çıkarmaya gayret göstermiştir. Filmde bunların
hiçbiri gösterilmeyip, Napolyon’un, Josephine’in Çar Aleksander ile olan dans
haberine kızdığı ve Fransa’ya geri döndüğü anlatılmaktadır. Evet, Josephine ile
Çar arasında 1814 yılında bir görüşme gerçekleşmiştir hatta Josephine bu
gezinti sırasında ciddi soğuğa maruz kalmış ve şiddetli zatürreden dolayı
29
Mayıs 1814 tarihinde ölmüştür ancak bu durum, Napolyon’u ne kadar etkilemiştir,
bilmiyoruz.
Filmdeki Waterloo Savaşı hakkında bir şey diyebilir
miyiz açıkçası bilmiyorum. Eksiklikler ve gereksizlikler yığını olan bu yapım
için Waterloo Savaşı, kısmen biraz daha iyi duruyor. Siz okuyuculara şunu
söyleyebilirim: Waterloo Savaşı’na giden süreç, son derece kritiktir ve kasabanın
ele geçirilmesi için meydan muharebesinden önce 3 önemli savaş verilmiştir. Bunlar
sırasıyla: Quatre Bras ve Ligny Muharebeleri (16 Haziran 1815) ile Wavre
Muharebesidir (17-18 Haziran 1815). (9) Eğer bu konuda bir film izlemek isterseniz,
1970 yılında vizyona giren ve yönetmenliğini Sergey Bondarçuk’un üstlendiği “Waterloo”
yapımını tavsiye ederim. Bu film, aynı zamanda Napolyon’un hayatını, tek bir çalışmaya
sığdırmanın imkansızlığını Waterloo Savaşı üzerinden anlatmaktadır.
Gelelim, son kısım olan Napolyon’un Saint Helena sürgününe. Napolyon, sürgünü sırasında günlükler yazmıştır ve kendisi ile bir hesaplaşma içerisine girdiği söylenebilir. Hayatı boyunca yaptıklarının, Fransa ve Avrupa’nın geleceği için olduğunu sürekli olarak vurgulamıştır. Günlüklerinin çoğu bölümünde, objektifliğini yitirmesine rağmen hatalarının bir kısmını da kabul etmiştir. Buna rağmen, filmde Napolyon’un, daha çok hatırladığı Josephine karakteri ile konuştuğunu görüyoruz. Napolyon, sürgün sırasında ikinci eşi olan Marie Louis ile daha fazla mektuplaştığı bilinmektedir. (10) Film içerisinde ise Marie Louis’i, tarihten sapılmış bir şekilde sadece tek bir sahnede görüyoruz.
Film içerisinde çok büyük bir eksiklik, kesinlikle
Napolyon’un sağlık durumudur. Napolyon, son derece kötü bir hastadır ve 6 yıl
boyunca kaldığı Saint Helena Adası’nda fiziksel formu büyük ölçüde değişmiştir.
20 Ekim 1816 tarihinde tutulan sağlık raporunda, diş etlerinin çok
hassaslaştığı ve en ufak harekette kanamaya başladığını belirtilmiştir. Bunun
yanında “solunum güçlüğü” (21 Ekim 1816), “sinir durumuna bağlı şiddetli baş
ağrısı atakları ve hafif ishal” (5 Mart 1817), “yanakta küçük tümör ve kırmızı
diş etleri (28 Mart), “yanakta şiddetli şişmeler” (30 Haziran), “ şiddetli
nezle” (3 Temmuz) ve “bilekler de çok şiddetli şişmeler ile sık idrara çıkma”
(27 Eylül) gibi geçirdiği sağlık problemleri de raporlar arasında mevcuttur. (11)
Bunun dışından Napolyon’un miyop olduğu ve gözlük kullandığı da bilinmektedir.
(12) Sergey Bondarçuk, Waterloo filminde bu detaya dikkat eden ilk
yönetmendir.
Filmde yine eksik bırakılan bir diğer önemli mesele,
Napolyon’un zehirlenip, zehirlenmediği meselesidir. Napolyon’un doktoru olan Francesco
Antommarchi, otopsi raporunda kendisinin mide kanserinden öldüğünü
kaydetmiştir. Bunun belirtilerinden bir tanesi ise Napolyon’un ani şekilde kilo
kaybetmesidir. Bununla beraber, Napolyon’un zehirlendiği iddiası halen daha
önemli bir tartışma konusudur. İtalya Nükleer-Fizik Enstitüsünden bilim
adamları, Napolyon’un çocukluğundan ölümüne kadar saç teli örneklerini ile aynı
dönem yaşamış insanların saç teli örneklerini incelmiştir. Çıkan sonuçta
Napolyon’un saç telinde bulunan zehir oranının günümüze oranla 100 kat daha
fazla olduğu belirtilmiş ancak bunu şaşırılacak bir detay olmadığının da altını
çizmişlerdir. Arsenik, 18. yüzyılda birçok sıvı ilaç ve yapıştırıcı malzemede
kullanılan bir elementtir. Üstelik Napolyon’un döneme kıyasla vücudundaki
arsenik miktarı aşırı dozda olmadığı da belirtilmiştir.
Napolyon’un ölüm tarihi ve saati ise 5 Mayıs 1821 saat 17.49’dur. Son sözü ise “Josephine” olmuştur. (13)
(Napolyon Ölüm Döşeğinde / Jean-Baptiste Mauzaisse, 1843. Fotoğraf:
Thomas Coex/AFP/Getty Images)
Açıkçası,
Napolyon hakkında böyle bir filmin çekilmesine gerek var mıydı? Yukarıda
anlattığımız şeyler belki uzun gelebilir ancak Josephine ile Napolyon
arasındaki gereksiz aşk sahneleri yerine, bahsettiğimiz bu bilgilerin önemli
bir kısmı, eklenmiş olsaydı belki daha başka şeyler konuşuyor olabilirdik
diyeceğim ama o da pek mümkün gözükmüyor. Eleştirmenler, filmin Anglo-Amerikan
bakış açısına göre çekildiğini söylemişti. Görülüyor ki, onu bile, tam olarak
başaramamışlar. O kadar çok hata ve mantık dışı sahne var ki, bu bahsettiğimiz
başlıklar bile, filmi kurtarmaya yetmez. Scott, filme belli bir sürenin daha
ekleneceğini söyledi ancak bu neyi değiştirir? Kısacası, böyle bir filmi çekmeye
gerek var mıydı? Sorulması gereken sorunun bu olduğunu düşünüyorum.
Slavoj Žižek, çağın ruhu denen şeyde ortaya çıkan
değişiklikleri saptamanın en kolay yolu olarak, belli bir sanatsal (edebi vb.)
formun “imkânsızlaştığı” ân olduğunu söyler. (14) Bu yüzden Napolyon
hakkında biraz olsun bilgi sahibi olmak istiyorsak, döneminde yapılan tabloları,
detaylı bir şekilde incelememiz gerekiyor. Başta Jacques-Louis David, Paul
Delaroche, Jean-Léon Gérôme ve Antoine-Jean Gros olmak üzere dönemin birçok
sanatçı, Napolyon hakkında önemli eserler bırakmışlardır. Her birinde farklı
bir Napolyon ile karşılaşırsınız. Aslında burada bir Napolyon imgesinin var
olduğuna atıfta bulunuyoruz. İmge dediğimiz, geçmişe dönük bir semboldür, bir
tasarımdır. Bilginin kendisinin zihinde canlanıp aktarılması halidir. Bu açıdan
bakıldığında imge bir şeyin “şimdileştirilmesi” olarak karşımıza çıkar.
(15) Bu etkisi sayesinde, kendisini de geleceğe aktarır çünkü asıl hedefi, şimdi
de var ettiği şeyin gelecekte nihai sona ulaşmasıdır ya da biz, böyle olsun
istiyoruz. Kısacası, şu an karşımızda şimdileşen bir Napolyon vardır.
Tıpkı şu anda onun hakkında bir şeyler yazarken kendisini var ediyor oluşumuz
gibi. Artık ne kadar gerçek bir Napolyon’dan bahsediyoruz, varsın gerisini siz
düşünün.
Uzun lafın kısası, Napolyon, ele alınması oldukça zor bir karakterdir çünkü Napolyon her zaman tarihin kurgusal kısmında kendisine yer bulabilen bir isimdir. Burada filmin hatalarına değiniyoruz ancak Napolyon hakkında eksiklikler ve kafa karışıklıkları başta tarihçiler olmak üzere hakkında bilgi sahibi olmaya çalışan herkes için sürmektedir. Kimisi için diktatör, kimisi için kahraman, kimisi için katil, kimisi içinse bir askeri zekadır. Hep birlikte sormuştuk ya “Hangi Napolyon?” diye. Tarih içerisinde bile, birçok farklı başlık altında ele alınarak uykusundan sürekli uyandırılan bir Napolyon ile karşı karşıyayız. Bu sorun aslında filmden daha derin bir meseleye işaret ediyor. Neden sürekli tarihi çağırıyoruz? Neden sürekli tarihi uykusundan uyandırıyoruz? Tarihe olan bu bağımlılığımızın sebebi nedir? Bu sorulara sizlerle diğer yazımızda cevap bulmaya çalışacağız.
Dipnotlar:
1) Cécile Berly, Marie Antoinette, Çev. Ayşen
Sarı, İstanbul 2021, s.117.
2) Andrew Roberts, Napoléon: Hayatı, Çev.
Barbaros Uzunköprü, İstanbul 2023, s. 77.
3) A, g. e., s. 108.
4) A. g. e., s. 108.
5)Vincent Cronin, Nepoleon, Londra 1994, s.
106.
6) François-René de Chateaubriand, Mezar Ötesinden
Hâtıralar: Napoléon: Mémoires d’Outre-tombe, Çev. Yaşar Nabi Nayır, İstanbul
1946, s. 16-17.
7) A. g. e., s. 17.
8) Pulat Otkan, (1981), Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri, Sinoloji Araştırmalarının Tarihçesine
Genel Bir Bakış, C. II, Sayı: 4, s. 230.
9) Geoffrey Wootten, Waterloo 1815, Çev. Okan
Doğan, İstanbul 2012, s. 35-58.
10) Max Gallo, Napoléon: L’immortel de
Sainte-Hélène, Paris 1997, s. 243.
11) Andrew Roberts, Napoléon: Hayatı, Çev.
Barbaros Uzunköprü, İstanbul 2023, s. 847.
12) François Houdecek, Une chronique
de François Houdecek: l’œil (myope) de l’Aigle, https://www.napoleon.org/histoire-des-2-empires/articles/une-chronique-de-francois-houdecek-loeil-myope-de-laigle/,
Şubat 2019.
13) Norman Davies, Avrupa Tarihi: Doğu’dan Batı’ya,
Buzul Çağı’ndan Soğuk Savaş’a, Urallar’dan Cebelitarık’a, Avrupa’nın Panoraması,
Çev. Burcu Çığman, Ankara 2011, s. 735.
14) Slavoj Žižek, Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden
Jacques Lacan’a Giriş, Çev Tuncay Birkan, İstanbul 2022, s. 77.
15) Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi II: Gündelik Hayat Sosyolojisinin Temelleri, Çev. Işık Ergüden, C. 2, İstanbul 2022, s. 305.
Kaynakça:
1) GALLO, Max, Napoléon: L’immortel de
Sainte-Hélène, 1. Baskı, Robert Laffont, Paris 1997.
2) CRONIN, Vincent, Napoleon, Londra 1994.
3) ROBERTS, Andrew, Napoléon: Hayatı, Çev.
Barbaros Uzunköprü, 2. Baskı, Kronik Yayınları, İstanbul 2023.
4) CHATEAUBRİAND, François-René de, Mezar Ötesinden
Hâtıralar: Napoléon: Mémoires d’Outre-tombe, 1. Baskı, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul 1946.
5) BERLY, Cecile, Marie Antoinette, Çev. Ayşen
Sarı, 1. Baskı, Kronik Yayınları, İstanbul 2021.
6) WOOTTEN, Geoffrey, Waterloo 1815, Çev. Okan
Doğan, 1. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012.
7) DAVİES, Norman, Avrupa Tarihi: Doğu’dan Batı’ya,
Buzul Çağı’ndan Soğuk Savaş’a, Urallar’dan Cebelitarık’a, Avrupa’nın Panoraması,
Çev. Burcu Çığman, Elif Topçugil, Kudret Emiroğlu, Suat Kaya, 2. Baskı, İmge
Kitabevi Yayınları, Ankara 2011.
8) LEFEBVRE, Henri, Gündelik Hayatın Eleştirisi II:
Gündelik Hayat Sosyolojisinin Temelleri, Çev. Işık Ergüden, 4. Baskı, C. 2,
Sel Yayıncılık, İstanbul 2022.
9) ŽİŽEK, Slavoj, Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden
Jacques Lacan’a Giriş, Çev Tuncay Birkan, 4. Baskı, Metis Yayınları, İstanbul
2022.
10) HOUDECEK, François, Une chronique de François
Houdecek: l’œil (myope) de l’Aigle, Fondation Napléon, Şubat 2019, https://www.napoleon.org/histoire-des-2-empires/articles/une-chronique-de-francois-houdecek-loeil-myope-de-laigle/,
Erişim Tarihi: (28. 11. 2023)
11) OTKAN, Pulat, Sinoloji
Araştırmalarının Tarihçesine Genel Bir Bakış, C. 2, Sayı: 4, Anakara
Üniversitesi Basımevi, Ankara 1981.