Tarikakli Logo
Yükleniyor...
Kentten Kırsal’a Devrim: Marx’ın Diyalektiği ve Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi
Tem 19, 2023

Giriş

Genellikle Rus Devrimi’ni incelerken hep siyasi yanını inceleriz. Fakat konu Komünizm olunca meselenin teorik yanını incelememek, yaptığımız okumaları daima eksik ve sakat bırakacaktır. Teoriye girdiğimizde ise karşımıza paradoks gibi gözüken popüler bir mesele çıkıyor: Rus Devrimi. Denir ki; Marx, devrimin İngiltere gibi ileri-kapitalist ülkelerde başlayacağını söylemiştir. Ama devrim Rusya’da olmuştur, dolayısıyla Marx’ın teorisi çok da doğru değildir. Rus Devrimi’nin Marx’ın öngörmediği bir şekilde gerçekleşmiş olduğu çok doğrudur. Ancak Rus Devrimi, tek başına Marx’ı çökertebilecek potansiyele sahip bir olay değildir. Zira daha ayrıntılı okumalar yaptığımızda, Marx’ın, diyalektiğini geliştirirken Batı Avrupa gibi feodal zamanlardan geçmiş, kapitalistleşme sürecine öncülük eden ülkeleri incelediğini göreceğiz. Kapital’in Almanca birinci basımına yazdığı önsözde de dediği gibi inceleyeceği şey; “kapitalist üretim tarzı ve onunla uyuşan üretim ve dolaşım ilişkileridir. Bunların bugüne kadarki klasik yurdu İngiltere’dir.”[1] Bu sebeple teorisini geliştirirken İngiltere gibi ülkeleri örnek almıştır. Herkes bilir ki; Rusya kesinlikle Batı Avrupa ülkeleri gibi sanayileşmeye öncülük etmiş bir ülke değildir. Dolayısıyla Rusya, Marx’ın perspektifinin dışında kalan bir ülkedir. Marx’ın yanında, sanayileşmemiş bir topluma has bir devrim teorisi geliştiren Troçki, muhafazakar (Orthodox) Marksistler ile arasına çizgi çekecek ve ilerleyen dönemlerde Bolşevik-Menşevik ayrımına yol açacak olan, Sosyalizme aşamalı geçişi kabul eden görüşü reddedecektir. Bu yazıda ise klasik marksizmini, Rus Devrimi’ni ve Rus Devrimi sonucu kurulan devletin klasik Marksizmle olan benzerliklerini inceleyeceğiz.

18 ve 19. Yüzyıl Devrimleri ve Sosyalizmin Gelişimi

18. yüzyılın sonu, bulunduğu çağı ve geleceği, daha önce benzeri görülmemiş bir şiddetle sarstı. Feodalizmin olmadığı bir dünyanın düşünülemeyeceği bir zamanda feodalizmin kökünü kazıyan bir devrimler silsilesi, 1789 Büyük Fransız Devrimi ile başlamış oldu.[2] Sınıf mücadelelerin en belirgin hale geldiği 19. yüzyılda ise yepyeni bir sürtüşme ortaya çıktı. Bu sürtüşme emek ile sermayenin, ortak mülkiyet ile özel mülkiyetin, proleterya ile burjuvazinin, işçi ile patronun, kısacası sosyalizm ile kapitalizmin sürtüşmesiydi. Ancak sosyalizm, sağlam temeller üzerine oturtulmuş Liberalizme nazaran ilk başta “ütopyacı” bir anlayış içerisinde gelişti. Hatta o zamanlarda önde gelen Sosyalistler, sosyalizmi “denemek” için Amerika’nın müsait bölgelerinde küçük Komünist koloniler kurulması fikrindelerdi.[3] Charles Fourier önderliğindeki bir grup da “Yüksek sınıflar el vermeden aşağı sınıflar yükselemez. İnisiyatif yüksek sınıftadır” gibisinden, bazılarına göre komik bir düşüncenin savunucusuydu.[4] Yani bu ütopyacılar, yüksek sınıfların, yani mülkiyeti elinde bulunduranların, mülkiyetsiz bir toplumun inşası için inisiyatif alacağını ve mülkiyetsiz bir dünya kurma potansiyeli olan “alt sınıfı”, yani mülksüzleştirilmiş proleteryayı kendi rızalarıyla yükselteceğini düşünüyordu. Böyle bir zaman içerisinde Karl Marx, kendisinden önceki ve çağdaşı olan ütopyacıları alaya alarak Sosyalizmi bilimsel temeller üzerine oturttu. İşte bir “ütopya”nın neredeyse, yüz yıldan daha uzun bir süredir Asya kıtasına hakim olan bir ideoloji haline gelmesini sağlayan temeller bu şartlar altında atıldı.

b

Bilmsel Sosyalizm’in mimarları Friedrich Engels ve Karl Marx

Marksizmin diyalektiğine göre, tarihsel süreç içerisinde gelişen burjuva sınıfı, özellikle de sanayi burjuvazisi, kendi içerisinde kendini imha edecek bir mekanizmayı içerisinde taşıyordu. Sanayi burjuvazisi, daha çok üretmek ve daha çok kazanmak için işçilerin maaşından daha çok kısıyor, işçileri bu şekilde daha çok huzursuz ederek daha büyük miktarda sermaye biriktiriyor, bu sermayeyi daha büyük fabrikalar açmak için kullanıyor, daha büyük fabrikalarda daha büyük miktarda işçiyi istihdam ediyor ve bu daha büyük miktardaki “huzursuz” işçileri bir araya getirerek işçilerin patronlara, burjuvalara karşı örgütlenmesini kendi eliyle gerçekleştiriyor. İşte Marx ve Engels’in deyimine göre burjuvazi aynen bu şekilde “kendi mezar kazıcılarını üretiyor”du.[5] Ancak farkettiğiniz üzere bu denklemde feodal dünyanın unsurları olan kontlardan, düklerden, prenslerden ve krallardan pek bahsedilmiyor. Çünkü sanayinin bu derecede ilerlediği, gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinde proleterya ve burjuvazi, Büyük Fransız Devrimi örneğinde de görüldüğü gibi,[6] çoktan el ele verip feodalizmi tasfiye etmiş olmalı ve nihayet baş başa kalmış olmalıydı.[7] Büyük Fransız Devrimi’ne baktığımızda; Anayasacılar, Parlamenter Monarşist bir eğilimle iktidarı alırlar, ancak daha ileri gidemedikleri bir anda, daha radikal olan, eski müttefikleri Jirondenler tarafından alaşağı edilip giyotine gönderilirler, iktidarı eline alan Jirondenler, durmak zorunda kaldıkları bir anda, çok daha radikal olan, eski müttefikleri Jakobenler tarafından alaşağı edilir ve giyotine gönderilirler “böylece devrim yükselen bir çizgi üzerinde hareket eder”.[8] Giderek radikalleşen bu devrimlerin hepsinde Burjuva-Halk ittifakı gözlemlenir ve iktidar gittikçe burjuvaziden “halk”a doğru kayar. Ancak tüm bu teoriler, devrimin, feodalizmin ve burjuvazinin bulunmadığı Rusya gibi, Montesquieu’nün “monarşi”den ziyade “despot” olarak tanımladığı “doğu” ülkelerinde nasıl yaşanacağına ışık tutmamaktadır. “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”[9] satırlarını kaleme alanların, bir “dünya devrimi”ne inananların bu ülkeleri es geçmesi beklenilmeyecek bir şeydi. Ancak bu konuda, farklı zamanlarda yazılan ve birbiriyle çelişen birkaç parça nottan başka bir şey pek bulunmuyor.[10] Gerçekten bu konuda üzerinde Marx veya Engels tarafından yazılıp çizilen fazla bir şey yoktur. Var olanlar da, Engels’in belirttiği üzere, “… bunun sonunda Rusya’nın iç meseleleri göz önüne alındığında kimse tarafından ön görülemez.” gibi bizi belirsizliğe götüren şeylerden daha fazlası değildir. Dolayısıyla bu anlamda Rusya gibi az sanayileşmiş topluluklarda “devrim”in nasıl gerçekleşeceği konusu büyük bir muammada bırakılmıştır. Bu sebeple “Rus Devrimi” konusunda, gerek Avrupalı Komünistler arasında (örn. Rosa Luxemburg) gerekse Rus Marksistler arasında (örn. Plekhanov)  ihtilaflar çok fazladır.

Rusya’da Marksizm ve Sürekli Devrim Teorisi

20. yüzyıla girildiğinde, Rusya’daki kapitalistleşme-sosyalistleşme sürecinin ne şekilde gerçekleşeceği konusunda iki ana fikir akımı vardı. Bunlardan birincisi, Rusya’daki arsitokratların burjuvazinin yerini alması, yani kurulacak fabrikaların başlarına soyluların geçmesi gibi evrimci bir yol iken, ikinci yol ise, Rus burjuvasının proleterya ile ittifak yaparak, Fransa örneğindeki gibi aristokrasiyi alaşağı etmeleri gibi devrimci bir yoldu.[11] Rus Marksistlerin neredeyse tamamı bu ikinci yola inanmış, klasik Marksist bir diyalektiği benimsemişlerdi. Rusya’da Marksizmin Babası sayılabilecek Plekhanov’a göre; ülkeleri henüz “barbar” ve gelişmemiş bir ülkeydi. Proleteryanın iktidara gelebilmesi için önce “Avrupalılaşma”süreci kapsamında uzun bir sanayileşme dönemi gerekliydi:

“Rusya kapitalizme giden yolda bir yol ayrımında bulunuyor ve diğer tüm yolları ona kapamış durumda. Kapitalizmle savaşmak için geriye yalnızca tek bir yol kalmıştır: Mümkün olduğunca kapitalizmin gelişmesine yardım etmek.”[12]