Dünya tarihinin en çatışmalı dönemlerinden birine sahne olan Birinci Dünya Savaşı ve dönemin beraberinde getirdiği uluslararası konjonktür, savaşın patlak verdiği 1914’ten itibaren devletlerarası ilişkileri de etkileyen unsurların başında gelmiştir. Savaş sonrası, devletlerarası ilişkilere genel olarak bakıldığında, savaş esnasındaki ittifakların aksine karşılıklı çıkarlara dayalı bir sistemin altyapısının hazırlandığını ve uluslararası ilişkilerin de bu yeni sistemin etkisinde şekillendiğini söylemek yanlış olmaz. İşte tam da bu çerçeveden Mütareke Dönemi’nden hareketle Soğuk Savaş yıllarının başlarına kadar uzanan süreçteki Türk-Sovyet ilişkilerini inceleyerek, emperyalizme karşı ortak mücadeleden pragmatik ilişkiler boyutuna geçişin evrelerini ve dönüm noktalarını inceleyeceğiz.
Her şeyden önce, Osmanlı Devleti ve Çarlık Rusya arasındaki ilişkilere genel anlamda bakıldığında ilk temasların 16. yy’ da sağlandığı, antlaşmalar ve barış çabalarının yanı sıra bir o kadar da savaş ve anlaşmazlık barındıran bir ilişkiler bütünü olduğunu görüyoruz. Türk-Rus ilişkilerinde, coğrafi yakınlığın yanı sıra reelpolitik şartların da etkili olduğu yadsınamaz bir gerçektir. İşte tam da bu bağlamda Kurtuluş Savaşı’nda doğmakta olan ve Osmanlı Devleti’nden kopuşu ifade eden, yeni bir rejim olan Türkiye’nin Mütarake Dönemindeki en büyük destekçisinin Sovyetler Birliği olması gerek ideolojik, gerekse stratejik kazançlar dikkate alındığında kaçınılmaz bir sonuçtur (Büyükakıncı, 2008: 1).
1917 yılının Kasım ayı Çarlık Rusya toprakları için Bolşevik rejiminin devrimine sahne olarak, daha önce denenmemiş yeni bir siyasi ve ekonomik sisteme geçişi ifade ediyordu. 1920 yılına dek sürecek olan iç savaş döneminde, İngilizlerin öncülüğünde Batılı devletlerin destek verdiği “Beyaz Ordu” ile Bolşevik devriminin simgesi haline gelen “Kızıl Ordu” arasındaki çatışmalar şiddetlenince Lenin, devrimi ayakta tutmak amacıyla 1918 yılında Brest-Litovks anlaşması ile Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmişti. Devrimin ayakta kalmasının bir diğer şartı olarak ise komşu topraklarda sürdürülmekte olan anti-emperyalist mücadelelere destek vermekti. Devrimin sürmesi için gereken ideolojik desteğin, başka topraklardan da alınmalıydı. Tüm bunlar olurken Mütareke Dönemi Türk-Sovyet ilişkilerine zemin hazırlayan ortam bu gelişmeler ile şekilleniyordu.
Anadolu topraklarına bakıldığında ise 30 Ekim 1918’ de imzalanan Mondros mütarekesinin beraberinde getirdiği ağır şartlar, Osmanlı Devleti’nin doğrudan mağlup sayılmasına sebep olarak İtilaf devletlerince işgale uğramasına sebep olmuştur. Tam bu noktada Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919’da Samsuna çıkışı, akabinde Havza Genelgesi’ni yayınlaması, Mustafa Kemal ile Lenin’i, emperyalizm karşıtı mücadelelerinde bu iki lideri, ortak bir paydada buluşturuyordu. Açık dille söylemek gerekirse, Sovyetler’ in desteği Ankara’dan örgütlenmeye başlayan Türk kurtuluş mücadelesinin en gereksinimi olduğu dönemde gelmiştir. (Büyükakıncı, 2008: 2).
Sovyetler açısından bakıldığında, ideolojik desteğin sağlanması anlamında Türkiye’nin emperyalizm karşıtı mücadelesi Sovyet önderleri tarafından önemli görülüyor ve bu mücadelenin desteklenmesi gerektiği düşünülüyordu. Bu doğrultuda Bolşevik Devrimi’nin temel metinlerinden biri olan “Tüm Rusya ve Doğu Müslüman İşçilerine” bildirisinde Bolşeviklerin, Çarlık Rusya’sının gizli anlaşmalar aracılığıyla Osmanlı toprakları üzerindeki planlarını açığa vururken, bir yandan da Komintern Yürütme Komitesi’nin yayınladığı bildirilerde Türkiye’ye özel bir yer ayırdığını ve mücadelenin başarıya ulaşana dek destekleneceğine dair ibarelerin yer aldığını görüyoruz. 1919’da Havza görüşmeleri ile başlayan karşılıklı ilişkiler, TBMM’nin açılmasını takip eden günlerde, 26 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in Lenin’e bir mektup yollayarak resmi ilişkilerin başlatılmasına yönelik adımlar ile daha da gelişmiş, mektupta siyasi desteğin devam etmesi gerektiğinden ve Misak-ı Milli sınırlarından bahsedildiği gibi askeri ve ekonomik yardımlara olan ihtiyaçtan da bahsedilmiştir. Bu doğrultuda Ankara Hükümeti Moskova’ya gayriresmi elçi olarak Halil Paşa’yı göndermiştir. Ancak Sovyet liderlerinin Halil Paşa’ya askeri yardımın devam etmesi için Bitlis, Van ve Muş’un Ermenilere bırakılmasını talep etmelerinin yanı sıra, Lenin’in daha sonra Mustafa Kemal’e yazdığı yanıt mektubunda Ermeni vilayetlerinde yaşayan Ermenilerin haklarının göz ardı edilmemesi gerektiğine dair cümlelerin yer alması gibi hadiseler Türk- Sovyet ilişkilerinde ilk soğuk rüzgarların esmeye başladığına işaret ediyordu. Mustafa Kemal bu istekleri sert bir dille reddederken, Türk topraklarındaki tüm emperyalist oluşumları reddediyordu (Atatürk 1964: 357; Aktaran : Büyükakıncı 2008: 49 ).
3 Aralık 1920’de Ermeniler ile Gümrü ve 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşmalarının imzalanması ile Doğu sınırının çizilmesi aynı zamanda Sovyetler’ in Ermenilere olan desteğinin azalmasına işaret etmekteydi. Çünkü Türkiye’ye giden yardımların yolu Ermeni çeteler tarafından sıklıkla kesiliyor ve yardımlar sekteye uğruyordu. Resmi anlamda Türk- Sovyet ilişkilerinin başlangıç noktası,tam bir yıl önce gerçekleşmiş olan İstanbul’un işgaline ortak bir tepki koyulması amacıyla 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan “Türkiye- Sovyet Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması” olarak kabul edilmektedir. Bu antlaşma ile Sovyetler Birliği Sevr Anlaşmasını reddeden Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını da tanımıştır. Daha sonra 21 Şubat 1921 tarihli Londra Konferansı’na İngilizler tarafından Ankara hükümetinin de çağırılmış olması Sovyetler’ i bir bakıma rahatsız etmiş, Ankara hükümeti ise bu durumu ileride Sovyetler’ den ödün koparabileceği bir gelişme ve denge siyasetinin bir parçası olarak görmüştür. 16 Mart 1921’de ise Türkiye ve Sovyetler arasında “Moskova Antlaşması” imzalanmıştır. Antlaşmanın başlangıç kısmında, tarafların “ulusların kardeşliği” ilkesini ve her ulusun kendi geleceğini serbestçe saptama hakkına sahip olmasını tanıdıkları vurgulanmıştır (Arslan 2003: 14). Ayrıca bu anlaşma ile Sovyetler, Türkiye’nin isteklerini kabul etmiş, iki ülke arasındaki sınırlar her iki devlet tarafından kabul edilmiş ve Osmanlı Devleti ile yapılan tüm anlaşmalar geçersiz sayılmıştır. Bu anlaşmanın en önemli özelliği Sovyetler’ in Moskova Antlaşması imzalandıktan sonra yaptığı yardımların artış kaydetmesi olmuştur (Akarslan 1995: 78). Yapılan mali yardımların niteliğine ve niceliğine bakılacak olursa, ilk mali yardım 8 Eylül 1920 tarihinde başlamış ve aynı yılın sonuna kadar 2,3 milyon Türk lirası miktarına ulaşmıştır. 1921 yılında mali yardımlar Moskova Antlaşması’nı takiben mart ayından sonra ivme kazanmıştır (5,7 milyon TL) (Aralov 1997: 47-48 ; Aktaran : Büyükakıncı 2008: 8). Türk Kurtuluş Savaşı dönemi genelinde bakarsak Ankara hükümeti Sovyetler’den 10.7 milyon TL mali yardım almış olup, söz konusu dönemdeki toplam bütçesi ise 245,1 milyon TL’dir (Oran 2001: 110,162 ).
Beş yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip olan Türk-Rus ilişkilerinin Mütareke Döneminde geldiği nokta, belki de iki devletin birbirleri ile en sıkı ilişkiler kurduğu zamanlara işaret etmektedir. Bu doğrultuda eski Sovyet Dışişleri Bakanı İgor İvanov’un verdiği bir demeçteki sözleri dönemin Türk-Sovyet ilişkilerinin ruhunu açıklıyordu: “Biz yalnızca komşu devletler değiliz. Yüzyıllara dayanan ortak tarih, son dönemlerde eşi görülmemiş ekonomik ve ticari işbirliği ve insani ilişkiler bizi birleştirmektedir.” Bu döneme kadar başarılı bir yol izlemiş olan ilişkiler 7 Aralık 1925’te Paris’te imzalanan “Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması” ile taçlandırılmıştır. Bu anlaşmaya göre, her iki taraf, her birinin bir saldırıya uğraması halinde tarafsız kalmayı taahhüt ediyor ve birbirlerinin çıkarlarının çakıştığı noktalarda başka devletlerle bağlaşıklık politikalarının izlenmeyeceğini kabul etmekteydi (Oran 2001: 315,316).
Ne var ki, 1929 yılı ile birlikte dünya genelinde yaşanan ekonomik ve siyasi krizler Türk- Sovyet ilişkilerinin de seyrini değiştirecekti. Dönemin genel ruhunu yansıtan gelişmelere bakılacak olursa, Almanya’da artan milliyetçilik, “Kara Perşembe” olarak da bilinen 1929 dünya ekonomik krizi, Lozan Antlaşması ile Boğazlar’ın Türkiye’ye bırakılmış olması ve bunun beraberinde getirdiği stratejik önem, İtalya’nın Akdeniz hakkında “bizim deniz” olarak bahsetmesi, Roma-Berlin-Tokyo anti-komintern paktın kurulması gibi olaylar dünya tansiyonunu artırarak iki ülke arasındaki ilişkiler üzerinde de etkisini göstermiştir. 1936 yılında Montreux Boğazlar Sözleşmesinin imzalanması ile dönemin önemli bir sorunu da uluslararası hukuk çerçevesinde çözümlenmiş oluyordu, Ankara ve Moskova hükümetleri, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerinin Boğazlar’ dan serbest geçişlerinin sınırlandırılması konusunda hemfikir olmuşlardı (Büyükakıncı 2004: 8). 23 Ağustos 1939 yılında ”Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı” nın imzalanması ile denk düşen dönemde, Ankara hükümeti İngiltere ile bir çeşit yakınlaşma içerisindeydi. Gerek İngiltere’nin Türkiye ile olan ortak çıkarları, gerekse Türkiye’nin savaşa karşı tarafsız kalma çabalarının bir parçası olarak bu yakınlaşma gerçekleşmiştir. Ancak Stalin yönetimi Ankara’nın tarafsız kalma çabalarını ağır biçimde eleştirmiş, Batılı ülkeler ise savaşın Doğu Cephesi’ni çeşitlendirememekten ötürü rahatsızlık duymuşlardır. Bu bağlamda, Türk-Sovyet ilişkilerinin bu dönemde bir çeşit bozulma evresine girdiği görülmektedir.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında oluşan yeni düzen ve uluslararası ilişkiler bütünü, Sovyetler Birliği’ni Balkanlar ve Avrupa’da nüfuz alanını genişletmeye itmiş, Türk- Sovyet ilişkileri de Stalin’in yeni politikalarından etkilenmiştir. Göze çarpan değişim rüzgarları arasında 1925’te imzalanan “Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması”nın süresinin sonuna gelindiğinde Stalin tarafından tekrar uzatılmak istenmemesinin yanı sıra, 1945 yılında Moskova büyükelçisi Selim Rauf Sarper ile Sovyet Dışişleri Bakanı Mihaylovic Molotov arasında yapılan ikili görüşme, İkinci Dünya Savaşı sonrası Türk-Sovyet ilişkilerine damga vurmuştur. Bu görüşmeye göre, Molotov “Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması”nın eskimiş bir anlaşma olduğunu, ayrıca dönemin şartlarında bazı “ciddi gelişmeler” yaşandığını dile getiren Molotov, Sarper’in “ciddi gelişmeler” ile ne kastedildiğini sorması üzerine yeni bir anlaşma ile getirilecek yeni taleplerin olduğunu biliyoruz (Türkiye Dış¸ Politikasında 50 Yıl, 1973: 250–51, Aktaran : Coş ve Bilgin 2010: 54). Yeni talepler arasında, 1921 Moskova Antlaşması ile çizilen Türk- Sovyet sınırının değişmesi, Kars ve Ardahan’ın Sovyetler’ e verilmesi, Boğazların savunmasında Sovyetler’ in de yer almak istemesi ve bu sebeple kara ve deniz üsleri talep edilmesi, Montreux Boğazlar rejiminin değiştirilerek bunun yerine Türkiye ve Sovyetler arasında bir ikili anlaşmanın imzalanması gibi Türkiye tarafından kabul edilemeyecek talepler vardır. Selim Sarper bu sebepten ötürü bu talepleri Ankara’ya danışmaksızın kesin bir dille reddetmiştir. Bu gelişme Molotov’ un mesajlarının Stalin’in taleplerini yansıtan ve “samimi dostluk” döneminin bitişini simgeleyen bir gelişmedir. Bu olay üzerine dönemin Başbakanı ve eski Dışişleri Bakanı olan Şükrü Saraçoğlu; “Geçmişte olduğu gibi, Türkiye’nin politikası bağımsızlığı ve egemenliği müdafaa etmeyi hedeflemektedir.” diyerek Türk dış politikasında herhangi bir değişimin olmadığını dile getirmiştir (Bilgin 2010: 55).
Tüm bunlar olurken, İngiltere’nin dünya politikasındaki belirgin ağırlığının yavaş yavaş ABD’ye geçmesi üzerine, Türkiye- ABD ilişkileri ivme kazanmış, bir yandan da Truman Doktrini’ nin ekonomik yardımlar paketini içeren 1947 tarihli Marshall planı doğrultusunda ABD’den alınacak ekonomik yardımların peşinden koşulmuştur. ABD ile yakınlaşma süreci, Soğuk Savaşın temellerinin atıldığı döneme denk düşen yıllarda Türk- Sovyet ilişkilerini olumsuz biçimde etkilemeye devam etmiştir. Stalin’in ölümünden sonra 1953 yılında SSCB’nin yönetimini devralan Kruşçev “barış içinde bir arada yaşama” ilkesi gereğince, Sovyet hükümeti Doğu Anadolu ve Boğazlar üzerindeki taleplerine son vermiş, yayılmacı politikaların ve siyasal nüfuz söyleminin kısmen etkilerini kaybetmesine yol açmıştır (Oran 2001: 501,514). Ancak bu hamle Türk-Sovyet ilişkilerinin artık eskisi gibi olmayacağını tescilleyerek, ilişkilerin bundan sonraki dönemlerde daha pragmatik ve daha “az samimi” olmasına yol açmıştır.
Türk-Sovyet ilişkilerinin, Milli Mücadele Dönemi’nden Soğuk Savaş’a kadar olan dönemin genel bir incelemesi yapılacak olursa, 1919 yılı milat alındığında hem Bolşevik Devrimi’nin ayakta kalması hem de Mustafa Kemal’in başlatmış olduğu Anadolu topraklarını emperyalist işgalden kurtarma mücadelesinin sürdürülebilmesi için, Türk- Sovyet çıkarlarının “karşılıklı yardımlaşma” ekseninde buluştuğu söylenebilir. Burada karşılıklı yardımlaşma ile kastedilen ise Bolşevikler’ in Anadolu’daki anti- emperyalist mücadeleye vermiş olduğu ideolojik destek ile Türkiye’nin Batılı devletlere karşı Sovyetler’i bir denge unsuru olarak görerek gerek Montreux Sözleşmesinde gerekse Moskova Antlaşmasında olduğu gibi o dönemki işbirliğini en istikrarlı biçimde sağladığı devlet olmasıdır. Ne var ki ilişkiler İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde bazı dalgalanmalar geçirmiş, savaş esnasında Türkiye’nin savaşa dahil olmama konusundaki ısrarı ve Türkiye’nin bu karar ile birlikte Sovyetler ile olan işbirliğine alternatif olarak bulduğu genel anlamda Batı ile işbirliği, özel anlamda ise İngiltere-ABD ikilisine yaklaşması, Türk-Sovyet ilişkilerinde telafisi mümkün olmayan bazı yaralar açmıştır. Molotov-Sarper görüşmelerinde bahsedildiği gibi Türkiye artık Sovyet ideolojisinin yaşatılabileceği ve destek bulabileceği topraklar olmaktan çıkarak, pragmatik anlamda Boğazlar ve Doğu illeri dolayısıyla yararlanılabilecek bir partnerden öteye geçmemiştir. Soğuk Savaşın ilerleyen dönemlerinde ise Kruşçev’ in “barış içinde bir arada yaşama” politikası yine Türk- Sovyet ilişkilerinin eskisi gibi anlaşılması konusunda yetersiz kalmıştır.
Ahmet Ziya Akın
KAYNAKÇA
Akarslan, Mehmet “Milli Mücadele Dönemi Türk Dış Politikası ve Atatürk”, İstanbul, Arion Yay., 1995, s. 78
Aralov, S.İ “Bir Sovyet diplomatının Türkiye Hatıraları – I”, İstanbul, Cumhuriyet Yay., 1997, ss. 47-48.
Arslan, Ümit (2003) “Kuzey Komşumuz Rusya ile İlişkiler” s.14
Büyükakıncı, Erhan (2008) “ Kurtuluş Savaşı Dönemi Sovyetler Birliği ile İlişkiler (1919-1922)” s.1,2,8
Büyükakıncı, Erhan (2004) “ Soğuk Savaştan Günümüze Türkiye-Rusya İlişkileri” s.14
Coş, K. ve Bilgin, P. (2010), Stalin’s Demands: Constructions of the “Soviet Other” in Turkey’s Foreign Policy, 1919–1945. Foreign Policy Analysis, 6: 43-60, s.54,55
Oran, Baskın , “Türk Dış Politikası – Cilt I”, İstanbul, İletişim Yay., 2001, s. 110,162, 315-316, 501,514
Toprak, Zafer (2008) “Erken Dönem Türk- Sovyet İlişkileri ve Semyon İvanoviç Aralov” çeviren: Hasan Âli Ediz, içinde, İstanbul; Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 2008, s. xiii-xix
Yılmaz, Salih ve Yakşi, Abdullah (2006) “Osmanlı Devleti’nden Günümüze Türk-Rus İlişkileri, TYB Akademi Dil Edebiyat ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 17, s.23-26