Tarikakli Logo
Yükleniyor...
Türk Hükümdarlarının Türkçeye Verdikleri Önem
Tem 18, 2023

Giriş

Türkçe, Orta Asya’daki ana yurdundan dünyanın dört bir tarafına yayılıp, sayısız büyük devletler kuran, dünya tarihine yön veren büyük Türk milletinin dilidir. İlk çağlardan bugüne Türk milleti ulusal diline bağlı kalmıştır. Böyle bir dille yaratılan edebiyat da tarih boyunca genişletilmiş, yüceltilmiş ve bu edebiyatı vücuda getiren edip ve şairler Türk hükümdarlarınca baş tacı edilmiştir.

Türkçenin dünya üzerindeki yayılma alanını incelediğimizde Asya ve Avrupa’yı içine alan çok geniş bir coğrafi alanla karşılaşmaktayız. Türkçe, bir bölümü dile dönüşmüş pek çok lehçesiyle Sibirya’nın kuzeydoğusundan Çin içlerine, oradan Hazar Denizi’ne, Anadolu’yu içine alarak Balkanlar’a uzanan geniş ülke ve bölgelerde konuşulmaktadır. Bugün başlıca üç devletin sınırları içinde iletişim dili olan Almanca ile karşılaştırılacak olursa, Almancanın aşağı yukarı 90 milyon, Türkçenin ise 150 milyon kişinin ana dili olduğu görülür. Türkçenin ilk yazılı belgeleri olan VII-VIII. Yüzyıldan kalma ürünler, daha önceki çağlardan itibaren Türkçenin edebi dil, yazı dili olduğunu göstermektedir. Anadilimizin böylesine geniş bir coğrafyaya yayılması ve VII-VIII. yüzyıldan itibaren yazın dili olarak kullanılmasında en önemli etken hiç şüphesiz farklı coğrafyalarda kurulan Türk devletleri hükümdarlarının Türkçenin yazın dili olma hususunda gösterdikleri tutum ve çabaları olmuştur.

Türkçe, ana kaynağından bugünkü şivelerine gelinceye değin birçok gelişme dönemleri göstermiştir. Talat Tekin’e göre bu dönemler: İlk Türkçe (Başlangıçtan Milat sıralarına kadar), Ana Türkçe (1-6. Yüzyıllar), Eski Türkçe Dönemi(6-9. Yüzyıllar), Orta Türkçe Dönemi, (11- 16. ya da 17. Yüzyıllar arasını kapsar.)’dir.

Bu makalede biri Göktürk Türkçesi diğeri Uygur Türkçesi olmak üzere iki diyalekti bulunan Eski Türkçe Dönemi ile Orta Türkçenin Karahanlı Türkçesi, Harezm Türkçesi, Çağatay Türkçesi, Kıpçak ya da Kuman lehçesi, Memluk Kıpçakçası, Eski Anadolu Türkçesi diyalektlerinin hâkim olduğu Türk devletlerindeki Türk Hükümdarlarının Türkçeye gösterdikleri önem incelenecektir.

1. Köktürk Devleti

Orta Asya Türkleri ve “Ozan”, “Kam”, “Baksı” adı verilen şairleri öz Türkçe kullanır, şiirler, ulusal ölçümüz olan hece ile dörtlükler halinde söylenirdi. Dili, ölçüsü, iç ve dış yapısıyla bizim olan Türkçe ürünler: 1. Sözlü Edebiyat ve Yazılı Edebiyat olarak ikiye ayrılır. Ayrıca gerek sözlü gerekse yazılı ürünler hükümdarlara bağlı olarak oluşturulmaktadır. Bu konuda Fuat Köprülü şunları söylemiştir:

“Bütün milletlerde olduğu gibi, Türklerde de daha yazı kullanılmadan önce ‘ulusal sözlü’ bir edebiyat vardı. Bu edebiyat, muhtelif yazıların Türkler arasında yayılmasından sonra da devam etmiş ve Türkler muhtelif medeniyet dairelerinin tesiri altında bulundukları zaman yine kuvvetle yaşayıp durmuştur. Eski Türk ordularında hükümdarların yanında mutlaka “Ozanlar” bulunuyor; onların ‘kopuz’lariyle çaldıkları, terennüm ettikleri şiirler bütün bir milletin zevkini okşuyordu. Onlar; yalnız yeni vakalara ve kahramanlık menkıbelerine ait şiirler yahut ölüler vasfında mersiyeler tanzim etmekle kalmazlar, ayrıca ‘millî Türk destanı’ndan müfrez parçalar da terennüm ederlerdi.”

Köktürklere ait yazılı edebiyatın en eski ve en önemli belgeleri olan Köktürk Yazıtları, Köktürklerde Türkçenin “devlet dili” olarak kullanıldığını göstermektedir. A. Bican Ercilasun bu hususta: “Köktürklerde devlet dili Türkçe idi. “Devlet dili, resmî dil” gibi kavramlar ve bu kavramların yasalarda, anayasalarda yer alması modern zamanlara aittir. Ancak bu kavramları ifade eden terimlerin kullanılmadığı zamanlarda da devletlerin resmî belgelerinde, yazışmalarında, kanunlarında kullandıkları bir dil veya diller vardı. Dolayısıyla resmî yazışma ve belgelerde kullanılan dili modern zamanların terimiyle “devlet dili” olarak adlandırabiliriz.” demiştir.

Orhun Yazıtları da dediğimiz Köktürk yazıtları, Moğolistan’ın kuzeydoğusunda Orhun ırmağının eski mecrası ile Koşu Çaydam gölü civarında bulunmaktadır. Yazıtların ilki Vezir Tonyukuk’un 720’de diktirdiği abidedir. Vezir Tonyukuk, Doğu Köktürk devletinin ikinci kez kurulmasından sonra İlteriş ve Kapagan Han dönemleri ile Bilge Hakan’ın ilk zamanlarında devlete hizmet etmiş büyük bir devlet adamı ve kumandandır. Kitabede İlteriş ve Kapagan Han dönemlerindeki olayları ve kendisinin devlet adına yaptığı işleri anlatmakla birlikte kitabenin sonunda Türklere bazı nasihatlerde bulunmaktadır. İkinci abide ise 731 yılında Dokuz Oğuzlarla yapılan savaşta ölen Kül Tigin adına 732’de dikilmiştir. Kitabe, ikinci Türk tarihçisi olarak kabul edilen Yolluğ Tigin tarafından 20 günde yazılmıştır. Kültigin’in vefatı üzerine, Çin imparatoru yekpare bir sütun üzerine ölünün vakalarının yazılmasını ve Türklerde adet olduğu veçhile heykelinin dikilmesini ve adına bir “Barak: Türbe” yapılmasını emrederek altı tanınmış san’atkârı da bu işe memur etmişti. Üçüncü kitabe ise Kül Tigin’in kardeşi, hükümdar Bilge Hakan namına 735’te dikilmiştir. Bu kitabelerde genel olarak Doğu Türk Hakanlığının çöküşü ve ikinci kez kuruluşu anlatılmaktadır.

2. Uygurlar

Çeşitli Türk boylarının karışımından oluşan Uygurlar, Türkçeyi “milli dil” olarak kabul etmişlerdir. Uygurların Türkçeye güç kazandıran en önemli çalışmaları, Türkçe muhtelif alfabelerle, büyük bir kısmı dini mahiyette olan eserleri olmuştur. Çince, Orta Farsça, Soğdça gibi dillerden çeşitli eserler Uygur Türkçesine tercüme edilmiştir. Fuat Köprülü, Uygurların Türkçe eserlerini benimsemiş oldukları inanç sitemlerine göre “Budist, “Maniheist” ve “Nesturi” olmak üzere başlıca üç ana gruba ayırmaktadır.

 VIII. Yüzyıldan itibaren Türklerin “Budizm” ve “Maniheizm” gibi yabancı inanç sistemlerini benimsemeye başlamalarıyla Köktürk alfabesinin yerine Uygur alfabesi kullanılmaya başlanmıştır. Uygur alfabesi özellikle Doğu Türkistan’da yayılmış ve Türklerin ortak yazı dili olmuştur. İlk olarak “Budist” dini eserlerin Türkçe çevirilerinde kullanılmış, İslamiyet’in kabulüyle Arap yazısının yayılmasından sonra da yüzyıllarca kullanılmıştır. IX. yüzyılın ortasında Doğu Türkistan’a göç eden Uygurlar, burada eskiden kullandıkları yazı dili temelinde kendi edebi dillerini oluşturdular. Bu dil kısa zamanda gramer, kelime hazinesi, tür ve üslup yönünden büyük bir gelişme gösterdi. Eski Uygur yadigârlarının dili “Orta Türkçe” dönemindeki lehçelerin meydana gelmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Yüzyıllar boyunca tarih ve coğrafya farklılıklarına rağmen Türkçe, bugün bile Türk dünyasının anlayacağı birlik ve beraberlik içindedir. Dünyada hiçbir ulus böyle bir dil birliğini sağlayamamıştır. Bugünün dünya Türklüğünün dil ayrılığı hiç denilebilecek kadar önemsizdir. Yüzyıllar önce yazılmış metinlerimizi bile günümüzün aydın Türkü rahatlıkla anlayabilir. Hamza Zülfikar’a göre “Sevindirici durum, Türklerin tarih boyunca girmiş oldukları dinlerde kendi ana dillerini unutmamış olmalarıdır. Köktürkler, Uygurlar, Kırgızlar girdikleri Hıristiyan, Mani ve Buda dinleri yanında kendi dillerini unutmayıp yığınlarla dini eser yazdılar. Çinceden, Sanskritten ve Soğudçadan çeviriler yaptılar: Sanskritten, Prens Kalyanamkara ve Papamkara hikayesi; Çinceden, Altun Yaruk bunlardandır.”

3. Karahanlılar

“Orta Dönem” olarak adlandırılan bu dönem Türk dünyası, yapıtları, Türk kültür bakımlarından özel bir önem taşır. Orta çağı kapsayan bu dönemde, Türklerin büyük çoğunluğu İslam medeniyeti dairesine girmiştir.

Doğudan batıya yönelip IX.yüzyılda Doğu ve Batı Türkistan’da Oğuz Türkleri tarafından kurulan Karahanlı Devleti XIII. Yüzyılın başlarına kadar yaşamıştır. Karahanlı Devleti’nde Hakaniye Türkçesi (Karahanlı) yalnız halkın konuşma dili değil aynı zamanda edebi ve resmi dil olarak kullanılmıştır. Orta Türkçe de denilen Hakaniye Türkçesi (XI- XIII.yy.) dönemin Türklük bilinci ile telif edilen müstesna eserlerinde işlenmiştir.

X. yüzyılda Karahanlı Devleti 3. hükümdarı Satuk Bugra Han, Müslüman olarak İslamiyet’i Türk devletinin dini haline getirir. İslamiyet’i kabul eden Karahanlılar döneminde Doğu Türkistan Türk şehirlerinde, İslam Dini ve İran edebiyatı tesiri altında Türk dili ile yeni bir dini edebiyat meydana gelmiştir. Kendi istekleri ile girdikleri İslam dini dairesinde Kutadgu Bilig , Dîvânu lugat’it –Türk, Atabetü’l Hakâyık gibi Türkçenin çok kıymetli eserlerini yazarken Mısır ve Suriye’ye uygarlık yönünden en parlak çağlarını yaşatmışlardır. Araplar Türklerin dilini öğrenmek için ciltler dolusu sözlükler ve dil bilgisi kitapları yazmışlardır. Onlar girdikleri bu yabancı toplumda dillerini, gelenek ve göreneklerini Türklük bilinciyle korumuşlardır.

Türklerin dâhil oldukları İslam medeniyeti, Türk dilinin ne inkişafına mani olmuş ne de Türkler arasında onun değerini azaltmıştır. Hiçbir yerde Arap ve İran medeniyetine tamamen tabi olmayan Türkler, kendi dillerini de asla unutmamışlardır. (V. V. Barhold, Orta Asya Türk Tarihi –Dersleri-, nşr. Hüseyin Dağ, Ankara 2004, s.117) Türkler diğer milletlerden farklı olarak, ekseriyetle her fethettikleri ülkeyi baştan başa kaplayıp, kendi nüfus çoğunluklarıyla hem kendi milliyetlerini hem de dillerini korumuşlardır. Türkistan’ın İslami devrinde, yerli İran lehçelerinin yavaş yavaş Türk dili tarafından sıkıştırılıp kaldırılması, Türklerin kendi dillerine karşı gösterdikleri sıkı bağlılıktan ileri gelmiştir (Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, c.II, İstanbul, s.10) Türkler X. asırda Müslüman olmalarına rağmen XI. Asırda yazı dilinde Uygur harflerini kullanıyorlardı. Kaşgarlı Mahmud’un, Dîvânu lugat’it –Türk isimli eserinde: “Bütün Türk Dillerinde kullanılan harfler onsekizdir. Türk yazısı bu harflerle yazılır” (DLTT, 1985-,C.1:8) diyerek Uygur harflerini göstermesi, onun eserlerini yazdığı (1072-1074) sırada Türklerin halen Uygur yazısını kullandıklarını göstermektedir.

Özellikle IX. Yüzyıl ortalarında önemli bir Türk-İslam merkezi haline gelen Kaşgar’da İslami Türk Edebiyatının ilk eserleri Hâkâni Türkçesi ile yazılmaya başlanmış, Karahanlı hükümdarlarına sunulmuştur. Karahanlılar devrinde meydana gelen Türk edebiyatının ilk büyük eseri, 1069 yılında Yusuf Has Hâcip tarafından yazılan Kutadgu Bilig ‘dir. Yusuf Has Hâcib’in Balasagun’da yazmaya başlayıp Kaşgar’da tamamladığı 1069/1070’te Karahanlı hükümdarı Tawgaç Buğra Han’ a sunduğu Kutadgu Bilig, Türk ahlak ve devlet anlayışı ile İslami itikadı birleştiren nasihatname mahiyetinde didaktik bir eserdir. Eser Buğra Han tarafından çok beğenilerek yazarına “has haciplik” görevi verilmiştir. Bu nedenle Kutadgu Bilig’in yazarı kaynaklarda daha çok Yusuf Has Hâcip diye geçer.

Karahanlı dönemi Türk edebiyatının ikinci önemli eseri, Dîvânu Lugât’it –Türk’tür. Türkistanlı Kaşgarlı Mahmud 1072’de başlayıp 1074’te Bağdat’ta tamamladığı eserini, Türkçe’nin zengin dil varlığını ortaya koymak Türklerin güç ve kuvvet yönüyle olduğu kadar dil kültür ve medeniyet bakımından da köklü bir geçmişe ve geleceğe sahip olduğunu diğer milletlere haber vermek amacıyla yazılmıştır. Dîvânu Lugât’it –Türk, Türkçenin bilinen ilk sözlüğü, ilk dil bilgisi kitabı, ilk edebiyat antolojisi hatta Türk dünyası ansiklopedisidir. Türk şiveleri, edebiyatı, tarihi, coğrafyası, folkloru, sosyolojisi, mitolojisi ile gelenek ve görenekleriyle ilgili çok zengin malzemeyi ihtiva etmektedir.

Orta Asya’da Hakanî Türkçesi ile yazılan bir diğer eser de Atabetü’l Hakâyık’tır. Yazarı Edip Ahmet Yükneki olan eserin yazılış tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte Kutadgu Bilig’den yarım yüzyıl sonra yazıldığı sanılmaktadır. Eserde, ahlâkî yanı ağır basan didaktik konular işlenmiştir. Eserin başındaki tevhid, naat, Dört Halife’ye ve eserin sunulduğu sultana övgü, eserin yazılma sebebinin yer aldığı kısımlar beyitler halindedir ve gazel tarzında yazılmıştır. Asıl eser dörtlükler halindedir ve her dörtlük mani nazım biçiminde kafiyelenmiştir. Eserin bu özelliği, eski Türk sözlü ve yazılı şiir geleneğini yansıtmaktadır.

Orta Asya’da edebi eser oluşturan ve aynı zamanda mütefekkir olan bu mümtaz şahsiyetler, sultanlar için ayrıca bir önem taşımakta idiler. Nitekim sultanlar isimlerinin baki kalabilmesinde şairlerin söyledikleri şiirlerin çok önemli ve etkili olduklarını düşünüyorlardı. Karahanlı sultanlarının şairlere gösterdikleri lütuf ve ihsanlar hakkında kaynaklarda pek çok örnek bulunmaktadır. Bu konudaki önemli eserlerden olan Çehar Makâle (550-551/1155-1157) müellifi Ahmed Nizâmî-i Arûzi-yi Semerkandî, Karahanlı Sultanı Hızır bin İbrahim Han’ın şair Reşîdî’ye bir kıt’ası sebebiyle her birinde 250 dinar bulunan dört tabak dolusu kırmızı altın ihsan ettiğini (s.84) belirtmektedir.

Nitekim Ahmed Nizâmî-i Arûzi-yi Semerkandî bunu izah ederken “Sultanın adının bekasını sağlayacak, divanlara ve kitaplara yerleştirecek iyi bir şaire mutlak ihtiyacı vardır, kaçınılmaz ölüm gelince sultanın ordusundan ve hazinesinden eser kalmaz. Adı ise şairlerin şiirleriyle ebedileşir” diyerek bir kıt’a ile de tarihten örnek verir (s.62; Adnan Karaismailoğlu, “Selçuklu Sarayında Şiir ve Şair” , V. Millî Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri [25-26 Nisan 1995] Konya 1996, s.133-134)

4. Gazneliler

Bugünkü Afganistan’da 963’te kurulan ve ilk Müslüman Türk devletlerinden biri olan bu devlet 1186’ya kadar varlığını sürdürmüştür. Horasan, Harezm ve İran’ı hakimiyeti altına alarak, Kuzey Hindistan topraklarına kadar genişlemişlerdir. Sâmânî saltanatının üzerine kurulan Gazneliler, özellikle Hindistan’a karşı hem fetih hem de İslam dinini yayma amacıyla yaptıkları seferleriyle tanınmıştır. Değişik unsurların yaşadığı bir ortamda kurulan Gaznelilerin hükümdar ailesi ve esas kütle Kalaç Türklerinden, halk ise farklı ırklardan oluşmaktaydı.

Gaznelilerin resmi dili Arapça olmasına rağmen sarayda ve orduda Türkçe konuşulmaktaydı. Gazne sultanlarının edebiyat ve şairlere verdiği önem doğrultusunda bu dönemde Fars şiiri canlılık kazanıp ilerleme göstermiştir. Özellikle yüksek bir edebiyat terbiyesine sahip olan Sultan Mahmud, sarayında devrin en büyük kabiliyetlerini toplamış, şairlere hürmet ve sevgi göstermiş, komşu ülkelerden şairleri kendi sarayına çağırmıştır. Sarayına çağırdığı şairler arasında Türk asıllı olan Ferruhî-i Sîstânî ile Menûçihrî-i Dâmgânî de bulunmaktaydı. Ayrıca Orta Çağ’daki en büyük ilmi simalardan biri olan Türk asıllı Ebû Reyhan el- Bîrûnî’yi Harezmi aldıktan sonra Gazne’ye getirmiştir. Böylece Bîrûnî Hindistan’a yapılan seferlere iştirak imkanı bulmuş, buradaki inanç ve adetleri tanıma imkanı bularak Tahkîk mâli’l-Hind isimli büyük bir eser meydana getirmiştir.

Aynı yıllarda hüküm süren Karahanlılar döneminde yazılan Türkçe eserler, Gaznelilerde de Türkçe eserlerin yazılmış olabileceği ihtimalini uyandırmaktadır. Çünkü Gaznelilerin resmi dili Arapça olmasına rağmen sarayda ve orduda Türkçe konuşulmaktaydı. Nitekim Beyhakî, türkler ve hükümdarlarla Türk görevliler arasında Türkçe konuşulduğunu kaydetmektedir. (Ebu’l Fazl Muhammed b. Hüseyn, Târîh-i Beyhâkî, nşr. Ali Ekber Feyyaz, Meşhed 1350, s.88; Hanefî Palabıyık, “Gazneliler’de İlmî Faaliyetler”, Hindistan Türk Araştırmaları, nr. 1, 2001, s.51). Gazneli Mahmud’a 1027 yılında Uygur ve Kıtay Hanları tarafından gönderilen elçinin getirdiği Türk usul ve takvimine göre Uygur Türkçesiyle yazılmış mektubun Arapça tercümesi Mervezî’nin eserinde bulunmaktadır. (Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk- İslam Medeniyeti, İstanbul, s.421) Yine çeşitli Türk boylarına mensup Türklerden oluşan Gazneli ordusunda da Türklerin öneminden bahsettiği terci-i bendinde, bunların Çin, Hıtâ, Huten ve Kaşgar memleketlerinden gelmiş Tibetli, Yağma, Kırgız ve Tatar olduklarını ve sayılarının yirmi bin olduğunu belirten şu beyitler bunu açıkça göstermektedir:

Çin, Hıtâ, Huten ve Kaşgar’dan gelirler. Tibetten, Yağma’dan, Kırgız’dan ve Tatar’dandırlar. Allah’a şükür olsun ki, Acem sultanının ordusunda onlardan yirmi bin tane vardır.

Bütün bunlar o dönemde Türk dilinin etkinliğini ve kullanım alanını göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim ilk defa Fuad Köprülü tarafından belirtilen (“Gaznevîler Devrinde Türk Şi’ri”, Dârulfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, yıl 7,nr.2, 1929, s.81-83) Gazneliler dönemi en büyük üç kaside şairinden biri olan Menûçihrî’nin övülmeye uygun bulduğu etkili be bilgin bir şahsa 1000 yılı civarında:

Daha iyi söylediğin için Türkçede kalasın, bana Türkçe ve Oğuzca şiir oku. Söylediğin her dille konuşabilirsin, çünkü senin her bir kelimenin aslı ebced ve hevvezdir.

Şeklinde hitapta bulunması, İslamiyet sonrası Türkçe şiirle ilgili işaretler vermesi bakımından önemlidir. Çünkü Kutadgu Bilig’den yaklaşık yarım asır önce söylenilen bu sözler, Gazneliler döneminde Türk şiirinin varlığını ispat etmektedir. Gazneli ordusunda bulunan Türk kabileleri arasında âşıkların (saz şairleri) da yer aldığı (M. Fuad Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, c.1, İstanbul 1989, s.160, 247) bilinmektedir. Nitekim Utbî, Gazneli Mahud’un askerlerinin Huten melodilerine göre şarkı söylediklerini kaydetmektedir (Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk- İslam Medeniyeti, İstanbul, s.401). Köprülü, Menûçihrî’nin mezkur beyitlerde zikrettiği Türkçe ve Oğuzca şiirlerin milli Türk “metrik”ine göre tanzim edilmiş olabileceğini (1989, c.1, s.338) söyler.

Bütün bunlar göz önünde bulundurularak bu dönem farsça şiirlerinde genel kabul gören Fars kültürünün hâkim olduğu görüşünün ihtiyatla karşılanması gerekmektedir. Sonuç olarak bu konunun, dönemin farsça şiirlerindeki edebi zevkin ve şairlerin etnik yapısının iyice incelenerek araştırılması gerekmektedir. Böyle bir araştırma yapıldığında, o dönemde oluşan edebi zevke, büyük bir ihtimalle, Türk edebi zevkinin sirayet ettiğinin görülebileceği ve bu edebi zevkin oluşmasında farsça şiir söyleyen Türk asıllı şairlerin büyük rolü bulunduğunun ortaya çıkacağı kanaatindeyiz. Niteki Şiblî- i Nu’mânî, Şi’rü’l Acem isimli eserinde, şiir ve şairliğin temel taşının Sâmânîler devrinde konduğunu, Gazneliler döneminde ise olgunluk zirvesine ulaştığını kaydettikten sonra, bu devletlerin başkentlerinin Buhara ve Gazne olduğunu, buralarda yaşayan halkın yerli, dillerinin Türkçe veya Afganca, ortaya çıkan şairlerin ise bu bölgeler ile civarlarından olduğunu belirtir (c.1, s.160). Ayrıca Nu’mânî, Buhara, Semerkand ve diğer bölgelerde Türklerin yerleşik olarak yaşadıklarını ve şairlerin genellikle Türk olduklarını da söylemektedir (c.IV, s.162-3).

5. Selçuklu Devleti

Çeşitli Türk topluluklarından oluşan Oğuzlar tarafından XI yüzyılda Ortadoğu’da kurulan Selçuklu Devleti, önemli Türk devletlerinden biridir. Oğuzların “Üçok” koluna mensup olup bu sülaleye ismini veren Selçuk Bey, bütün maiyetiyle beraber Seyhun kenarında bulunan Cend şehrine gelip İslamiyet’i kabul etmiştir. Bu sırada Samanî Devleti bir taraftan Karahanlıların diğer yandan Gaznelilerin saldırılarından kuvvet kaybetmiş durumdadır. Samanî Devleti, Karahanlılara karşı Selçuk Bey’in etrafında toplanmış olan Oğuzlardan istifade etmiş, Selçuk Bey’in torunu Tuğrul Bey, Sultan Mesud Gaznevi zamanında Horasan’ın bazı şehirlerini zapt etmiştir. Tuğrul Bey’in Nişabur’da adına hutbe okutmasından üç yıl sonra Sultan Mesud’un Horasan’ı geri almak için tekrar gelmesi ‘i üzerine kahredici bir yenilgiye uğratılmış ve Tuğrul Bey saltanatını ilan etmiştir. Abbasi hilafetinin manevi nüfuzunu da eline alan Tuğrul Bey’den sonra Alp Arslan Fütuhata devam ederek Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i Malazgirt’te (1071) mağlup ve esir etmiştir. Böylece Anadolu’nun Türkleşme süreci başlamıştır. I. Alaadin döneminde (1219- 1236) en parlak yıllarını yaşayarak gelişme politikalarını Moğol saldırılarına kadar sürdürmüşlerdir. Ancak Moğol saldırıları karşısında güç gösteremeyerek Anadolu’daki üstünlüklerini yitirmişler ve 14. yüzyılın başlarında yerlerini, Selçuklu Devleti’nin yıkılması sonucu ortaya çıkan beyliklere bırakmışlardır.

Selçuklu Devleti döneminde Türkçenin önemi konusunda Fuad Köprülü şunları söylemiştir:

“Karahanlılar’da olduğu gibi Selçuklularda da Türkçe, saray ve ordu diliydi. Lakin, İslam medeniyetinin kuvvetli ve temsil edici te’siri altında, esasen büyük birer ilim ve san’at lisanı halini alan Arapça ve Farsça, milli lisanı tamamıyla hükmü altına alıyordu. Edebi ve ilmi eserler bu dillerle yazıldığı gibi, devletin resmi muamele ve yazışmalarında milli lisan hâkim olamıyordu. Kaşgar hakanları, Türk medeniyetinin eski bir maziye malik bulunduğu sahalarda yaşadıkları için, Türkçenin oradaki mevkii kuvvetliydi. Hâlbuki o kadar kuvvetli medeni an’anelere malik olmayan ve göçebe hayatından henüz pek yeni çıkan ilk Selçuklu Sultanları, İslam harsının çok kuvvetli bulunduğu yabancı sahalarda devlet kurmuşlardı. Bununla beraber, Selçuklu istilası üzerine artık doğrudan doğruya Türk hâkimiyeti altına giren İslam âleminde Türkçenin birdenbire pek mühim bir mevki’ aldığı ve kıymet kazandığı, Mahmud Kaşgarî’nin 466’da Bağdat’ta tamamladığı Dîvânu Lugât’it –Türk isimli eseri sayesinde tamamıyla anlaşılıyor. Esasen Kaşgarlı bir Türk olan ve yıllarca muhtelif Türk şubeleri arasında dolaşarak Türk lehçelerini etrafıyla öğrenen Mahmud, pek fasih bir Türkçe ile yazdığı kitabının önsözünde, Türk milleti hakkında birçok medhlerde bulunduktan sonra, Türkçenin herkes tarafından öğrenilmesi lüzumundan ve kitabını bu maksatla yazdığından bahsediyor. Selçuklu hâkimiyetinin, Türkçenin gelişmesi ve yayılması hususunda fevkalade tesirli olması, vesikaların sınırlı bulunmasına rağmen pek kolay tahmin olunabilir.”

VI. yüzyıldaki Selçuklu şairleri arasında Türkçe şiir yazanlardan Bedrettin Kıvâmî’yi gösterebiliriz. Hazrizm’de yazılmış eski bir mecmuada bunun bir rubaîsine tesadüf ettik ki birinci mısra’ı Arapça, ikincisi Farça, ikinci beyit ise Türkçe’dir. O devirde rubaî tarzının yayılmasını, hem Arap, hem Fars lisanıyla şiirler yazdığını, bütün bu şiirlerde Türklerden ve Türk güzellerinden bahsedildiğini –meselâ Zafer-i Hemedânî’nin Türk köleleri vasfında Melikşah’a verdiği kaside gibi- düşünürsek, bu rubaînin de Türk saraylarında hoşa gitmek için Bedrettin Kıvâmî-i Râzî tarafından yazıldığını kabul edebiliriz. Avfî’nin Irak havalisinde yetişen Sencer devri şairleri sırasında zikrettiği bu şair, Selçuklu ümerasından Kıvâmû’l-Mülk Tuğraî’nin meddahi olduğu cihetle Kıvâmî mahlasını almıştı. Kutadgu Bilig ve Atabetü’l- Hakâyık’tan sonra aşağıda göstereceğimiz gibi Harizm’de Türkçe öğretim dili mahiyetini kazandığı bir sırada –belki de aslen “Rey” Oğuzlarından olan- Kıvâmî’nin böyle şey yazmış olması, ihtimalden uzak değildir. Çok daha sonraki devirlerde yalnız Farsça değil Türkçe yazmakla da tanınmış birtakım şairlerin Farsça tezkirelerde de sadece “Acem şairi” olarak zikredildiklerini düşünürsek, bu iddiamızı daha kuvvetle ileri sürebiliriz.

6. Anadolu Selçuklu Devleti

Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan’ın Malazgirt zaferini müteakip Anadolu’ya gelen Oğuz kitleleri, Anadolu’yu Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak için dini bir coşkuyla gayret göstermişlerdir. Türk dilini, kültürünü, örf ve adetleri ile idarecilik anlayışını da Anadolu’nun her yerine yaymışlardır. Türkmen de denilen bu Oğuzların bir kısmı şehirlerde yerleşmiş, çoğu ise Anadolu’nun ücra yerlerinde köyler kurmuşlardır.

1240 yılında İznik merkez olmak üzere Anadolu Selçuklu Devletini kuran Türkler, sınırlarını bir hayli genişletmişlerdir. Ancak birkaç yıl sonra Moğol istilaları başlayınca yüzyılın bitimine yakın Anadolu haritasında Karamanoğulları, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları, Dulkadiroğulları gibi beyliklerin yer almıştır.

Anadolu Selçuklu döneminde de Selçuklu döneminde olduğu gibi edebiyat dili Farsça, ilim dili ise Arapça idi. Ayrıca Farsça resmi dil olarak da kullanılmaktaydı. Anadolu’da da yazı dili olarak kullanılmamasının sebebi, Anadolu’ya göç eden ve devletin kurulmasında önemli yeri olan Türklerin, edebi gelenekten yoksun göçebe Oğuzlar olmasıdır. Bunların Anadolu’ya getirdikleri dil, bir yazı dilini besleyecek özellikleri taşımamaktaydı. Ayrıca Kaşgarlı Mahmud’un Hâkâniye Türkçesi dediği edebî dili de bilmiyorlardı. Bundan dolayı bunlar Anadolu’da Türkçeye dayalı bir yazı dilini kurup geliştirebilmek için uzun yıllar Arapça ve Farsçanın desteğini almak zorunda kalmışlardır. Bunun için Anadolu Türk Yazı dili biraz geç başlamıştır. (Zeynep Korkmaz, “Selçuklular Çağı Türkçesinin Genel Yapısı”, Türk Dili Üzerine Araştırmalar, c.1, Ankara 1995, s. 274).

Türkçenin Anadolu Selçuklu Devleti dönemindeki önemi açısından Doğan Aksan şunları söylemiştir:

Anadolu’da bir süre Arapçanın, bir süre de Farsçanın resmi dil, devlet dili olması, halkın konuştuğu dili etkilememiş, ancak tekkelerde, medreselerde kullanılan, dinsel ve yazınsal metinlerde geçen Arapça ve Farsça kimi öğelerin halk diline geçmesine neden olmuştur.

Anadolu Selçuklu sultanları da Gazneliler ve Büyük Selçuklu sultanları gibi şair ve âlimleri koruyup onlara çeşitli ihsanlarda bulunmuşlardır. Yine eldeki bilgilere göre Anadolu’da yazılan ilk Türkçe eser, Hakîm Bereket tarafından kaleme alınmış tıp ilmine dair Tuhfe-i Mubârizî’dir. (bk. Mikâil Bayram, “Anadolu’da Te’lif Edilen İlk Türkçe Eser Meselesi”, s.97-99).  Anadolu’da yazıldığı tespit edilen en eski Türkçe şiir ise, XIII. Asrın sonlarında Gelibolulu Muhyiddîn tarafından Farsçadan tercüme edilen Tercüme-i Menâkıb-ı Şeyh Evhaduddîn-i Kirmânî (İsmail Hakkı Mercan, Menâkıb-nâme-i Şeyh Evhadeddîn Kirmânî, Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi, 1989) adlı eserde yer alan Farsça- Türkçe mülemma gazeldir.

Eldeki yazılı metinlere göre Anadolu’da Türkçe eser verme geleneği XIII. Asrın başlarında başlamıştır. Nitekim Mustafa Canpolat’ın Behcetü’l- hadâ’ik’ın Anadolu’da XII. Asrın sonları veya XIII. Asrın başlarında yazılmış olmasının gerçeğe en yakın ihtimal olabileceği görüşü ( bk. “Behcetü’l- hadâ’ik’ın Dili Üzerine”, TDAY-Belleten 1967, Ankara 1989, s.165-75) de bunu desteklemektedir. Medreselerde İslami ilimleri öğrenerek gittikçe sayıları artan Türk aydınları Arapça ve Farsça bilmeyen Türk halkına kendi dilleriyle hitap etmek, onlara dini ve tasavvufu Türkçe olarak öğretme gereğini duymuşlardır. Böylece Anadolu’da dili Türkçe olan bir din ve tasavvuf edebiyatı doğmuştur. Bu din ve tasavvuf edebiyatının bugün için biline ilk temsilcileri Sultan Veled ve Yunus Emre’dir. Yine Selçuklular döneminde yetişmiş olan Hoca Dehhânî ise, Anadolu’da din dışı klasik şiirin bilinen ilk temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Bugün bu şairlere ait elimizde bulunan metinlerden başka Eski Anadolu Türkçesi özelliklerini taşımakla beraber dil bakımından karışık bir durum gösteren iki yazılı metin daha vardır. Bunlardan biri 630/1232’de 8’li hece vezni ile ve dörtlüklerle yazılmış olan Ali adlı şairin Yûsuf u Züleyhâ (İsmail Hikmet Ertaylan, Yusuf İle Züleyha, İstanbul 1960; Hâce Alî-i Hârizmî, Yûsuf u Züleyhâ [Türkî], mukaddime: M. Kerimi, Zengan 1374) hikâyesi; diğeri ise 703/1303’te Şeyh Ali b. Muhammed tarafından istinsah edilen ve dilinden XIII. Asırda yazıldığı tahmin edilen Behcetü’l- hadâ’ik fî-Mev’izeti’l-halâ’ik (bk. Kaynakça) adlı dini- ahlaki eserdir. Dil bakımından karışık bir durum arz eden bu eserlerin nerede yazıldıkları bilinmemekle beraber, Selçuklular devri Oğuz Türkçesiyle kaleme alındıkları söylenmektedir. Bu eserlerin dilindeki karışıklığın sebebi olarak, Anadolu’ya Oğuz boyları ile birlikte sayıları az da olsa Orta Asya’dan başka Türk boylarının da gelmeleri ve Oğuz Türklerinin henüz bir yazı geleneği olmadığı için sürekli göçlerle münasebetleri devam eden Doğu Türkçesinin yazı dilini kullanmış olmaları gösterilmektedir.

Aynı dönemde Karamanoğulları Beyliği hükümdarı Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277 tarihindeki fermanı Türkçenin Arapça ve Farsçaya karşı egemenliğinin sağlanmasında en büyük adım olmuştur. Mehmet Bey’in fermanı ve “Bundan böyle, divanda, dergâhta, bârgâhta, çarşıda, meydanda Türk dilinden başka dille konuşulmayacaktır” sözleriyle, Türkçenin resmi ve dinsel kuruluşlarda ve halka açık yerlerde tek dil olarak kullanılmasını buyuruyordu (Bkz Levend, 1961:11). Bu yıllarda sonra Anadolu’da XIII. Yüzyıla kadar ayrı ayrı bölgelerde gelişen eski Türk yazı dili, ilim ve edebiyat dili olarak Arapça ve Farsça karşısında geçerlik kazanmaya başlamış ve resmî dil olmuştur.

Selçuklu Devleti’nin Moğol baskısı ile zayıflaması üzerine, bulundukları bölgelerde kendi adlarına hüküm sürmeye başlayan Türkmen beylerinin özellikle Arap ve Acem kültürüne fazla itibar etmemeleri, milli geleneklerine ve kendi bölge ağızlarına verdikleri önem, ilim adamlarını, şair ve edipler ile sanatkârları korumaları, Türk dili ve edebiyatı için verimli bir dönemin başlamasına zemin oluşturmuştur. Bu beylerin toprak kazanmak için yaptıkları savaşlar ve siyasi mücadeleler sırasında dahi ilim ve edebiyat hareketlerini teşvik etmeleri bazılarının Arapça ve Farsçayı iyi bilmelerine rağmen Türkçe yazmayı tercih etmeleri dikkate değerdir. Özellikle bu dönemde, beylerin tutumları sayesinde, çeşitli konularda telif ve tercüme yüzlerce eser meydana getirilmiştir.

XIII. asrın ortaları ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Yunus Emre’nin bu şairler içerisinde müstesna bir yeri vardır. Türkçeyi sanatkârane bir üslupla kullanan Yunus Emre (bk. Kaynakça), Oğuz Türkçesine dayalı Anadolu Türkçesinin müstakil bir yazı dili olarak kuruluşunda önemli bir rol oynamıştır. Halkın dilini en canlı, en ışıklı ve en sıcak şekilde kullanmış, Türkçenin bir edebiyat ve kültür dili olmasında son derece önemli hizmette bulunmuştur. Şiir dili açısından incelendiğinde, Yunus’un yüzyıllar öncesinden gelip bugünkü kuşakları da etkileyebilen şiirindeki ustalık hemen kendini gösterir. Bir yandan kısa yalın ve güçlü anlatımı, bir yandan sözcüklerin anlam özelliklerinden ve dilin ses yönünden yeterince yararlanması, kullandığı alışılmamış bağdaştırmalar, özgün benzetme, aktarma ve “sapma”larla yinelemeler onun kalıcılığının ve etkisinin temellerindendir.

Eski Anadolu Türkçesinin en eskileri arasında, ünlü şair mutasavvıf ve düşünür Mevlana Celaleddin Rumi’nin oğlu Sultan Veled’in yazdığı Türkçe dizeleri de anmak gerekir. 1207’de Buhara’nın güneydoğusunda. Amu Derya yakınındaki Belh’te doğan, sonradan, ailesiyle birlikte Anadolu’ya göçen Mevlana, şiirlerini Farsça yazmış, ancak farsça olarak; /aslem turkest, egerçi pa: rsi: gu: yem/ (Her ne kadar Farsça söylüyorsam da aslım Türktür) diye Türklüğünü vurgulamıştır. 1226’da Karaman’da doğan Sultan Veled, babasının düşünce ve ilkelerini yaşatmaya çalışmış, Farsça yapıtlar vermiş olmakla birlikte bu kitaplarda yer alan Türkçe şiir denemelerine de girişmiştir. Büyük bir sanat değeri taşımayan bu Türkçe dizeler, gününün Türkçesini yansıtmakta ve ailesinin geldiği topraklardaki Türkçeden izleri de içermektedir.

13. yüzyıl Anadolu şairlerinden olan Dehhânî, Divan şiirinin Anadolu’daki kurucusu kabul edilir. Hayatı hakkındaki bilgilerin kendi şiirlerinden öğrenildiği Dehhânî, Horasan’dan gelip Konya’ya yerleşmiştir. Fuad Köprülü, Dehhânî hakkında şu bilgileri vermiştir: Hoca Dehhânî, XIII. Asrın son yarısında yetişerek Selçuklu saraylarına intisap etmiş bir şairdir. “Dehhan” nakkaş manasına geldiği için şairin nakış ile de alakası olduğu kuvvetle tahmin olunabilir. Müstesna bir kabiliyete malik olduğu cihetle saraydaki diğer şairler arasında sür’atle kendisini gösterip III. Alâûddîn’in takdirlerini kazandı… Hoca Dehhânî, yalnız Selçuklu saraylarının sevgili ve seçkin lisanı olan Farsça’yı değil o devirde yavaş yavaş saraylarda, tekkelerde, devlet dairelerinde ehemmiyet kazanmağa başlayan Türk dilini de kullanıyordu. Son zamanlarda neşrettiğimiz iki san’atkarâne gazeli, onu Anadolu’da klasik Türk edebiyatının temelini kuranlar arasında saymağa bizi mecbur eder. Lisanı, çağdaşlarından daha biraz temiz ve pürüzsüzdür ki bu şairin nazım tekniğine de layıkıyla vakıf olduğunu gösterebilir.”

7. XIV. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Türkçe

Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine rastlayan XIV. asırda, Türk dili bir önceki asra göre daha çok işlenip gelişmiş, yazar ve şair sayısı artmış, mensur ve manzum pek çok eser yazılmıştır. Bu dönemde saray ve ordunun yanı sıra yüksek memurların da dili olan Türkçe, artık Anadolu’da tamamiyle yerleşmiş ve bir edebiyat dili haline gelerek, dinî- tasavvufî ahlâkî, tarihî ve hamâsî (epik) mahiyette eserler verilmiştir. Özellikle Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan Anadolu beyliklerinde, Türkçeye itibar gösterilip önem verildiği için pek çok eser telif ve tercüme edilmiştir. Beylikler döneminde yazılan bu Türkçe eserlerin, ya bir ithaf olarak müellifin kendi arzusuyla veya beylerin etraflarındaki bilgin ve sanatkârlara bizzat verdiği emir sonucunda meydana geldiği görülmektedir. XIV. Asırdan itibaren Anadolu’da Türkçe edebi eserlerin yanında ilmî eserler de görülmeye başlanmıştır. Ancak zamanın geleneklerine uyularak yazılan bu tıp, astronomi, matematik, tarih hatta tasavvuf ve İslami ilimlere ait eserlerde, çok kere telif tarihleri belirtilmediği için tespitte çeşitli zorluklarla karşılaşılmaktadır. Mesele, Türkçe ilk tıp kitabının XIV. Asrın ortalarında yazıldığı zannedilmektedir. Günümüzdeki bilgilere göre, bu alandaki eserlerin ilki, Aydınoğlu Umur Bey (1340-1348) adına İbni Baytar’ın Kitâbü’l-câmi’ fi’l-edviyetü’l-müfrede adıyla yapılan tercümedir. Bilinen ilk telif tıp kitabı ise 1390 yılında, İshak bin Murad tarafından Gerede yöresinde yazılmış olan Edviye-i- Müfrede adlı eserdir. Bu tıp kitaplarının, halkın istifade etmesi için her zaman sade bir Türkçe ile yazılmaları dikkat çekicidir.

Orhan Bey zamanında kurulan ilk Osmanlı medresesi ile başlayıp Yıldırım Bayezid devrinde oluşumunu tamamlayan saray hayatı, Osmanlı’yı ve sarayını bir edebî merkez haline getirmiştir. Bundan dolayı da Yıldırım Bayezid devrinden itibaren Anadolu’da Türkçe yazılan edebî eserlerin sayısında birden bire artış olmuş, İran tarzında gazel ve kasideler de yavaş yavaş görülmeye başlamıştır. Özellikle Türkçe dışındaki dilleri layıkıyla bilmeyen Anadolu beylerinin teşviki ile dinî, destanî ve ahlakî konularda telif ve tercüme eserler veren şairleri bu asırda üç grupta incelemek mümkündür. Bunlardan birincisi, Türkçeden başka dil bilmeyen Türkmen beyleri ile onlar gibi mütevazı olan devrin ileri gelenlerine Arapça ve Farsça eserleri oldukça basit bir Türkçe ile tercüme eden veya telif eser veren şair ve bilginler. İkincisi, kendi misyonlarını halka tanıtmak ve tasavvufî görüşlerini yaymak isteyen şeyhler ve irfan sahibi dervişler. Üçüncüsü ise, dinî ve destanî hikâyeleri ve ekseriyetle içerisinde yer yer dinî ve ahlakî unsurların da bulunduğu Arap ve İran kaynaklı aşk hikâyelerini sözlü ve yazılı olarak halka aktaran kıssahan ve meddahlardır.

Bu asırda Geredeli İshak b. Murad tarafından 777/1376-77 tarihinde kaleme alınan ed-Dürretü’l-mudiyye fi’l-lugati’t-turkiyye, Oğuz Türkçesinin grameri hakkında bilgi alınabilecek en eski kaynaklardan olması bakımından oldukça önemlidir. Arapçanın gramerini öğretmek için yazıldığı anlaşılan eserde, Türkçe örnekler de yeri geldikçe sıralanmıştır. Eserde yer alan Türkçe kelimeler, gramer bilgileri ve cümle örnekleri o dönemin gramer yapısıyla ilgili bilgiler vermektedir. Anadolu merkezli Batı Türkçesinin ilk sözlüklerinden olması ve içerisinde bazı nadir Türkçe kelimeleri ihtiva etmesi önemini daha da arttırmaktadır (bk. Bilgehan A. Gökdağ- Seyfullah Türkmen, İshak Bin Murad ed-Dürretü’l-mudiyye fi’l-lugati’t-turkiyye, Ankara 2004).

 Bu dönemde en fazla eserin Osmanoğulları sahasında telif edildiği görülmektedir. Türkçe eser vermeyi şuurlu şekilde isteyen ve bunu gerçekleştirmeye çalışan şairler, Anadolu’da bir milli edebiyat çağının açılmasını sağlamışlardır. Bu dönemin ilk şairlerinden olan Fâkih Ahmed Çarh-nâme adlı kasidesi ile Eski Anadolu Türkçesinin en eski örneklerinden birini edebiyatımıza kazandırmıştır. Dinî- tasavvufî mahiyette olan şiirde, dünyanın faniliği, dünya zevklerine kapılmanın yanlışlığı anlatılarak ahirete hazırlanmanın gerekliliği vurgulanmıştır. Aynı dönemde yazdığı dinî-tasavvufî şiirleriyle Fâkih Ahmed’i takip eden Şeyyâd Hamza’nın hem aruz hem de hece vezniyle yazdığı şiirleri vardır. Şairin Yûsuf u Zeliha’sı, Kur’an’daki Yûsuf kıssasına dayanan dini bir aşk hikâyesidir. Dâsıtân-ı Sultan Mahmûd mesnevisi ise Gazneli Devleti’nin meşhur hükümdarı Sultan Mahmûd ile bir derviş arasında geçen karşılıklı konuşmayı konu edinir.

14. asrın en eski şairi olan Gülşehrî, nazım tekniğine hâkim dili ve aruz veznini iyi kullanan yüksek derecede bir şairdir. Feriduddin-i Attar’ın aynı isimdeki eserini esas alarak işlediği Mantıku’t Tayr adlı mesnevisini, Türk diliyle Farsçadan daha güzel bir eser yazılabileceğini ortaya koyma amacıyla yazmıştır. Kerâmât-ı Ahî Evran da şairin 167 beyitlik Türkçe bir mesnevisidir. Çocukluğunu III. Gıyaseddîn Keyhüsrev, gençlik yıllarını II. Mes’ûd ve III. Alaeddîn Keykubad zamanlarında geçiren Âşık Paşa, olgunluk devrini Osman Bey zamanında yaşamış ve ömrünün son yedi yılını ise Orhan Bey döneminde geçirmiştir. Yeni Türk devletinin kuruluşunda, temel meseleler öne süren ve yeni fikirler geliştiren bir bilgin olarak görülmektedir. Bunu yaparken işe Türkçe ile başlamış, Türkçe için yeni fikirler getirmiş ve bir devlet için dilin önemini özellikle vurgulamıştır. Böylece geçmişte yapılan hatalı davranışı belirterek Türkçeye dönüşte önemli bir rol oynamıştır. 730 /1330 yılında yazdığı Garîb-nâme, Anadolu’da Türk Tasavvuf edebiyatının en eski ve tesirli eserlerinden biridir. Eserin şuurlu bir şekilde Türkçe yazılması dikkate değerdir. Nitekim Âşık Paşa, bu asır Anadolu’sunun siyasi ve ideolojik birliğinin sağlanmasında halkı eğitmekte ana dilinin gücüne ve yararına inanmış bir aydın olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle Garîb-nâme’de “Türk diline kimseler bakmaz idi/ Türklere hergiz gönül akmaz idi // Türk dahi bilmez idi bu dilleri/ İnce yolu, ol ulu menzilleri” diyerek üzülen Âşık Paşa, yeni Türk nazım dilini şuurla işlemeye çalışmış, bazen hoş ve güzel mısralar kaleme almıştır.

Bu dönemde Eski Anadolu Türkçesiyle eser verenlerin öncülerinden biri de Ahmedî’dir. Ahmedî, Aydınoğulları’ndan Ayas Beğ’e intisap etmiş, sonra Germiyan Beği Süleyman Şah’ın hocası ve müşaviri olmuş daha sonra ise; Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezid’in hizmetinde bulunmuş, onun mağlubiyeti üzerine Timur’un yanında kalmıştır. Sonra Şehzade Emîr Süleyman ile Edirne sarayında bulunmuş, ardından Sultan Çelebi Mehmed’e intisap etmiş ve Konya’da ölmüştür. Çeşitli konularda kaleme aldığı manzum eserleriyle hem Anadolu sahası Türk dilinin gelişmesine hem de klasik Türk edebiyatının kurulmasına büyük katkıda bulunmuştur. Türk şiirinde Hoca Dehhânî ile başlayan, devrin içtimai hayatına dikkat çekme ve sosyal olayları şiirde kullanma temayülü Ahmedî’de de görülür. Ahmedî aslında Orta Asya ile İran topraklarında Türk asıllı hanedanların şiire ve şaire ilgi ile yaklaşıp onları desteklemeleri ve Türk asıllı şairlerin söyledikleri Farsça şiirlerle gelişerek en olgun seviyesine yükselen klasik İran şiir mektebini, onun sanat inceliklerini ve bütün ortak İslam medeniyeti kültürünü şiire kuvvetli şekilde intikal ettirmekle birlikte, Türk şiirinde kurulan milli bir söyleyiş geleneğinin de temelini atan büyük bir şairdir. Ahmedî’nin sanat bakımından en kuvvetli eseri Türkçe Dîvânı’dır. XIV. asırda Emîr Süleyman’a sunduğu, İskender-name adlı eseri, bu asırda yazılan mesnevilerin en önemlilerinden olup, edebiyatımızda bu konudaki mesnevilerin ilki ve en başarılı örneğidir. Yine Emîr Süleyman’ın isteği üzerine yazdığı Cemşîd ü Hurşîd mesnevisini I. Mehmed’e sunmuş ya da sunmak üzere hazırlamıştır. Tervihu’l-ervah adlı mesnevisini de Emîr Süleyman adına 1403-1410 yılları arasında kaleme alıp, sonra bazı ilavelerle birlikte I. Mehmed’e sunmuştur.

14. asrın ikinci yarısında Anadolu’da yaşayıp kadılık, vezirlik ve hükümdarlık etmiş âlim ve şair bir devlet adamı olan Kadı Burhaneddin, Harezm’den gelerek Anadolu’ya yerleşmiş olan Oğuz asıllı bir ailedendir. Bütün Türk şiirinin en lirik şairlerinden, klasik Türk şiirinin kurucularından olan Kadı Burhaneddin, aslında hükümdarlık, şairlik ve bilginlik gibi üç vasfı hakkıyla temsil etmektedir (Köksal 2001,s.I/466). Kadı Burhaneddin, İslam kültürü ile Arap- Fars edebiyatlarından öğrendiği veya aldığı şeyleri, Türk kültürüne ve şiir geleneğine ait bazı değerlerle mecz edip yeniden tanzim etmiş ve döneminin Türkçe şiir dilinin imkânlarını en iyi şekilde kullanarak sanatkârane şiirler kaleme almıştır. Elimizde tek nüshası bulunan büyük Türkçe divanı, onun mücadelelerle geçen hayatına rağmen ince bir ruh ve şair bir tabiatta bulunduğunu gösterir.

Bu asrın önemli şairlerinden biri de Hoca Mes’ud bin Ahmed’dir. Şairin hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Elde bulunan ünlü eseri Süheyl ü Nevbahâr’dır. Yüzyılın önemli tercüme eserlerinden olan Süheyl ü Nevbahâr 1350 yılında Farsçadan tercüme edilmiştir. Hoca Mes’ud’un ayrıca İranlı ünlü mutasavvıf Sadi’nin Bostan’ından seçerek Türkçeye çevirdiği Ferheng-name-i Sadi adlı eseri bulunmaktadır. Bu eser, İran edebiyatının ünlü didaktik eserinin Türkçeye ilk manzum çevirisi olması bakımından önemlidir.

7. 1. XIV. Yüzyıl Harezm Sahasında Türkçe

Harezm, Aral gölünün güneyinde Amuderya (Ceyhun) nehrinin Aral’a döküldüğü deltanın çevresinde Urgenç, Hıyve gibi şehirleriyle tanınmış bir ülkenin adıdır. Eski bir kültür geleneğine sahip bu bölge 1017’de Gazneli Mahmud tarafından fethedilerek idaresi Türk asıllı valilere verilmiştir. Selçuklular döneminde de bu bölgenin idaresi yine Türk asıllı valilerde idi. Gazneliler ile Selçuklular döneminde buraya Oğuz, Kıpçak, Kanglı ve diğer Türk boylarına mensup kalabalık aileler gelerek yerleşmiş, böylece bu bölgede gittikçe artan bir Türkleşme hareketi başlamıştır. Nüfusunun çoğunluğu artık Türklerden oluşan Harezm bölgesinde konuşulan dil de nüfusu gibi karma bir şekil almıştır. Esas itibariyle Karahanlı Türkçesinin hususiyetlerine bağlı olan Harezm Türkçesi, bu bölgeye yerleşen çeşitli Türk boylarının, özellikle de Oğuz ve Kıpçakların lehçe ve ağızlarından birçok sözcük ve gramer unsuru alarak kendine has bir özellik kazanıp yeni bir yazı dili olmuştur. Ali Şîr Nevâî’nin Mecâlisün-nefâis isimli şairler tezkiresinde yer alan “Harizmîçe Türk tili” ifadesinden de Harezm Türkçesinin bir Türk şivesi yerine kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu Türkçe, Harezm sahasının dışında Sirderya’nın aşağı yörelerinde ve diğer bazı kültür bölgelerinde de kullanılmıştır. Özellikle XIV. Asırda altın çağını yaşayan Harezm Türkçesi, Timurlular devrinde siyasi üstünlükle birlikte gelişen Çağatay Türkçesine yerini bırakmıştır.

Harezm sahasında Türkçe eser veren sanatkârlar da bulundukları topraklardaki han ve emirlere eserlerini sunmuşlardır. Bu asırda eser veren sanatkârların ilki Rabgûzî’dir. Asıl adı Burhânuddînoğlu Nâsrüddin olan yazar, “Ribât-ı Oğuz” adı verilen ve nerede olduğu kesinlik kazanmayan bir yerden olduğu ve kadılıkta bulunduğu için Rabgûzî mahlasını almıştır. Rabgûzî, peygamberlerin hayat hikâyeleri ile menkıbelerini anlatan kıssalardan oluşan Kısâsu’l-enbiyâ isimli mensur eserini aslen Moğol olduğu halde Müslümanlığı kabul edip onun gereklerini elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışan Emîrü’l-eccel Nâsıruddîn Tok Buğa’nın emriyle 710/ 1311 tarihinde yazmıştır.

Bu asırda Harezm Türkçesiyle yazılan eserlerden biri de Nehcül- ferâdis’tir. Türkçede bilinen ilk kırk hadis tercümesi olan eserin yazarı tam olarak bilinmemekle birlikte Fuad Köprülü tarafında Kerderli Mahmud, eserin yazarı kabul edilmektedir.

Yine bu aşırdaki önemli sanatkârlardan biri de Muînül-Mürîd adlı manzum esrin yazarı İslam’dır. Arapça bilmeyen Türkmenlere fıkhî ve tasavvufî bilgi vermek amacıyla sade bir Türkçe ile 1313 yılında yazılan eser, yaklaşık 900 beyit tutarındadır. Eserin Türkistan’ın geniş Türk bölgelerinde büyük ilgi gördüğü ve çeşitli Türk boyları arasında şöhret kazandığı Ebu’l-gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime adlı eserinde bildirilmektedir. Bu asrın diğer önemli sanatkârı olan Kutb da Harezm Türkçesinin Altınordu sahasında yazılan eserlerinin en eskisi olan Hüsrev ü Şîrîn Tercümesi’ni Agor’da hüküm süren Tinibeg Han ve Karısı Melike Hatun adına yazmıştır. Nizâmî-i Gencevî’nin aynı adlı eserinden Türkçeye çevirdiği eserin giriş kısmında Tinibeg Han’ın kahramanlıklarını anlatır. Daha sonra Nizami’den övgüyle bahsetmiştir. Hüsrev ü Şîrîn’in başında tevhid, naat, Dört Halife, Tinibeg Han ve Melike Hatun medhiyesi yer alır. Harezm sahasında çağının meşhur sanatkârlarından biri de Harezmî’dir. Harezmî, Altınordu Hanı Canıbeg’in Sirderya yakınındaki adamlarından biri olduğu tahmin edilen Muhammed Hoca Bey’in isteğiyle Muhabbet-nâme isimli mesnevisini kaleme almıştır.

7. 2. XIV.Yüzyıl Memlûk Sahasında Kıpçak Türkçesi

Bu asırda Orta Asya Türkçesiyle dil ve edebiyat eserlerinin verildiği coğrafi alanlardan biri de Mısır’dır. XIII. Asrın ilk yarsında Suriye ve Mısır’da hüküm süren Eyyubiler, siyasi varlıklarını Türk unsurlara dayandırma yoluna gitmişler, askerlik işlerinde Türkleri kullanırken devletin muhafız kuvvetlerini de Türklerden oluşturmuşlardır. Özellikle Moğol istilasının yol açtığı karışıklıkların bir sonucu olarak, Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Kıpçakların bir kısmını da göçmen alıp ülkelerine yerleştirmişlerdir. Başlangıçta ücretli asker, köle durumunda bulunan bu Türk unsuru, zamanla büyük idari görevler almış, özellikle Türk ordu kumandanlarının gücü artmış ve kısa zamanda Mısır’da hâkim konuma gelerek Türk Memlûk Devleti kurulmuştur. Gerek Türk Memlûkleri, gerekse onların yerini alan Çerkez Memlûkleri döneminde hükümdar ailesi Türkçeyi diğer dillerden üstün tutup Türk âlim ve şairlerine büyük önem vermişlerdir. Bu sayede Türk illerinden pek çok bilgin ve edip Mısır’a gelmiştir. Bütün bunlar Türk diliyle Mısır’da bir edebi hayatın başlaması sonucunu doğurmuş; bu sahada Türkçe şiirler söylenip Türk diliyle dini, ilmi ve edebi birçok eser hazırlanarak başka dillerden Türkçeye tercümeler yapılmaya başlanmıştır. Bu bölgede yaşayan Türkler arasında Oğuz- Türkmen lehçesi konuşulmakla beraber; daha yaygın ve hakim olan lehçe, Kıpçak Türkçesi idi. Bundan dolayı; Memlûk Kıpçakçası ile yazılan metinlerin dil bakımından bir bütünlük göstermediği görülmektedir. Bu bölgede yazılan eserler başlıca üç grupta toplanmaktadır. Bunlar: 1.Asıl Kıpçakça eserler, 2.Oğuzca (Türmence) eserler, 3.Karışık eserler.

Seyf-i Serâyî, hayatının ilk devresini Harezm’de geçirdi. Kültür ve sanat terbiyesini bu çevreden aldı. Sonra Altınordu ve Kıpçak çevrelerinde bulundu. Daha sonra Mısır’a giderek bize bıraktığı kıymetli eserlerini Memlûk sahasında yazdı. En mühim eseri olan Gülistân Tercümesi’ni Mısır’da 1391 yılında tamamlamıştır.

Memlûkler döneminde Mısır’da yetişen sanatkârlardan olan Ebû Hayyân’ın Endülüs’ten geldiği, Kahire’de yaşayıp orada öldüğü bilinmektedir. Bilinen ve elimizde bulunan tek eseri 1312’de yazdığı Kitâbü’l- idrâk li-Lisâni’l- etrâk isimli kitaptır. Bu eser Türkçe- Arapça bir sözlük ve dilbilgisi kitabı olup, Türkçe bilmeyenlere ve özellikle Araplara Türkçe öğretme amacıyla yazılmıştır. Kıpçak sahasında yazılmış bir başka eser, Hüsam Kâtip tarafından 1368 tarihinde kaleme alına Cümcüm-nâme’dir. Feridüddin-i Attar’ın Cümcüme-nâme’sinden mülhem yazılan esere Attar’da bulunmayan bazı dini motifler de katılmıştır

7. 3. XIV.Yüzyıl Kuman Sahası Kıpçak Türkçesi

XIV. asır Orta Asya Türkçesine bağlı Türk şivelerinden biri de Kıpçak- Kuman Türklerinin dilidir. VIII. Asırda Görtürk Devleti’ne bağlı toprakların batı bölgelerinde yaşayan Kumanlar ve Kıpçaklar, IX. Ve XI. Asırlardaki göçler sırasında batıya doğru ilerleyerek Karadeniz’in kuzeyindeki geniş bozkırlara yerleşmişlerdir. Kumanlar biraz daha batıya yani Avrupa’nın doğusuna yerleşerek buralarda yaşayan Peçenek ve Oğuz gruplarını kendi birliklerine kattılar. Bizans kaynaklarında Koman veya Kuman diye geçen bu Türk boyunun yaşadığı coğrafyaya Komaniya denmektedir. Bu coğrafyada Kıpçak- Kuman lehçesiyle yazılmış olan Codex Cumanicus isimli eser, edebi metin olarak bugün elimizde bulunmaktadır. Kumanlara Ait Bilgiler” anlamına gelen bu eser iki defterden oluşmaktadır. İtalyanlar ismi verilen birinci defteri, Latince-Farsça- Kumanca bir sözlüktür. Almanlar tarafından tertiplenen ikinci defterde ise, Kumanca- Almanca bir sözlük bulunmaktadır.

7. 4. XIV. Yüzyıl Azerî Sahasında Türkçe

XI. ve XIII. asırlarda Azerbaycan, Irak ve Anadolu’da hüküm süren Selçuklu devletlerinde resmi dil ve edebiyat dili olarak Farsça, ilim dili olarak da Arapça benimsenip kullanıldığı için hâkim dil olan Oğuzca’nın yazılı metinlerde yer almadığı görülmektedir. Özellikle Moğolların buraları istilasıyla Farsçanın hâkimiyeti kırılmış ve Horasan’dan gelen Türk asıllı şairler Türkçeyi edebi dil olarak kullanmaya başlamışlardır. Türkçe XIV. Asırdan itibaren Doğu Oğuzcası (Azerî Türkçesi) ve Batı Oğuzca’sı (Osmanlı Türkçesi) olmak üzere farklı iki kolda varlığını ve gelişimini devam ettirmiştir. Bu dönemin ilk şairi Hasanoğlu’dur. Divanının XV. asırda Azerbaycan ve Anadolu’da çok tanındığı Devletşah Tezkiresi’nde zikredilmektedir. Hasanoğlu’nun bugün biline iki Türkçe gazeli vardır. Bunlardan biri daha çok klasik üslubun, diğerinde ise folklorik üslubun özellikleri görülmektedir.

Dönemin ikinci sanatkârı Ahmet Bin Veys’tir. Sultan Ahmed öğrenim görmüş bir hükümdar olup hattatlığı, müzehhip ve musavvirliği, şairliği, musikîşinaslığı ve astrolojiye olan vukufu ile tanınmıştır. Şiire meraklı olan sultan, Türkçe, Arapça ve Farça şiirler söylemiştir.

Bu asrın önemli isimlerinden biri de Nesîmî’dir. Türk edebiyatının en lirik, en coşkun şairlerinden biri olan Nesîmî, özellikle Bektaşîler ile vahdet-i vücûd akidesini benimseyenler arasında büyük bir sûfî olarak kabul edilmiş, hakkında birçok menkıbe yazılmıştır. Şiirde büyük bir kudret göstererek çoğunlukla kendi akidesini telkine çalışmış, âşıkane şiirler de söylemiştir. En önemli eseri Türkçe Dîvânı’dır.

8. XV. Yüzyıl Osmanlı Sahasında Türkçe

XV. yüzyılın başındaki edebi faaliyetlerin daha çok Osmanlı sahasında verimli olduğu görülür. I. Bayezid’in büyük oğlu Emir Süleyman edebiyata ve şiire meraklı olup, eğlenceye düşkün bir hükümdardır. Sarayının çevresinde bulunan şairlerden özellikle Ahmed-i Dâî, ondan büyük yakınlık ve iltifat görmüştür. Dai’nin divanındaki kasidelerin çoğu Çelebi Süleyman için yazıldığı gibi Ahmed-i Dâî’nin Çeng-names’si, Ahmedî’nin Tervîhü’l- Ervâh’ı da gene Çelebi Süleyman’a sunulmuştur. XV. yüzyıl mesnevi yazarlarından Mehmed adlı şairin Işk-name’sini de gene Emir Süleyman’a sunduğunu biliyoruz. Çelebi Mehmed döneminde yazılan eserlerle edebi gelişme Osmanlı sahasında devam etmiştir. Çelebi Mehmed, gözünü tedavi eden yüzyılın ünlü şairi Şeyhi’ye iltifat ve ihsanlarda bulunmuştur. Ayrıca Ahmedî ile Ahmed-i Dâî de daha sonraları Çelebi Mehmed’e intisap etmişlerdir.

II. Murad dönemi (1421-1451)’nde bilimsel ve edebi etkinlikler artmıştır. Kendisi de şair olup, Muradî mahlasıyla şiirler yazan II. Murad, şair ve sanatçıyı koruyan bir hükümdardır. II. Murad adına çok sayıda manzum, mensur eser yazılmıştır. Örneğin, Mercimek Ahmed’in ünlü “Kâbus-nâme” çevirisi bu eserler arasındadır. 1451’de tahta geçen Fatih Sultan Mehmed, babası II. Murad gibi bilime ve sanata düşkün bir hükümdardır. Fatih, İstanbul’u Doğunun ve Batı’nın en büyük kültür merkezi yapmak istemiştir. Bu amaçla Sahn-ı Saman denilen sekiz medreseyi kurmuştur. Fatih, babası II. Murad gibi şairdir. Avnî mahlasıyla yazdığı şiirleri bir divan oluşturur. Fatih’in sadrazamlarından Adnî mahlasıyla şiirler yazmış olan Mahmud Paşa da dönemin divan ve münşeat sahibi devlet adamlarındandır. Gene Fatih dönemi devlet adamlarından olan Karamânî Mehmed Paşa da Nişanî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Ayrıca yüzyılın önemli nasiri Sinan Paşa ile şair Ahmed Paşa da edebiyatın gelişmesine büyük katkıda bulunmuş devlet adamlarıdır. Fatih’ten sonra başa geçen oğlu II. Bayezid ise, iyi yetişmiş bir padişah olup Fatih gibi serbest düşünceli olmamakla birlikte okumaya, öğrenmeye ve şiire meraklı bir hükümdardır. Onun da Adli mahlasıyla yazmış olduğu şiirler bir divançe oluşturmuştur. Bütün bu söylediklerimizi özetleyecek olursak; XV. Yüzyılın hükümdarları, şehzadeleri ve devlet adamlarının bir kısmı şiire, sanata meraklı, kendileri de şiir yazan, sanatla uğraşan, dolayısıyla dönemin edebi etkinliklerinde aktif rol oynamış kişilerdir.

Osmanlı sahasında Türkçe eser veren şairlerden, XV. asırda dikkat çeken ilk şair Ahmed-i Dâî’dir. Döneminde bazı şair ve nasirlerin Türk dilinin güçlüğünden, duygularını ve düşüncelerini ifade etmede yetersizliğinden şikâyet etmelerine karşılık yüzyılın başında hem nazım hem nesir alanında Türkçeye önemli eserler kazandırmıştır. Eserlerinden, Sulatan I. Murad, Germiyan Beyi II. Yakub, Yıldırım Bayezid’in oğlu Emir Süleyman ve Sultan II. Murad devirlerinde yaşadığı anlaşılan Ahmed-i Dâî, bu sultanlar adına eserler de yazmıştır. Emir Süleyman’ın eğlence meclislerinden aldığı ilhamla nazmettiği sanılan ve yer yer tasavvufi fikir ve motiflerle süslü didaktik-romantik mesnevisi Çeng-name, gerek kendi mevzuunda gerekse zamanına kadar telif edilmiş örnekler arasında ilk orijinal mesnevi mahiyetindedir. Şairin Türkçe Divanı ve Câmâsb-name adlı tercümesi vardır.

Bu asrın en önemli isimlerinden olan Şeyhi, Germiyanoğulları sınırları içinde yetişmiş büyük bir sanatkârdır. Germiyan Beyi II. Yakub’a, Çelebi Mehmed’e ve II. Murad’a intisap etmiştir. Çelebi Sultan Mehmed’in Karaman Seferi sırasında (818/1415) Ankara’da rahatsızlanması üzerine çağrılarak tedavide başarı göstermesi üzerine, kendisine Tokuzlu köyü tımar olarak verilmiştir.

Şeyhi Anadolu sahasında klasik edebiyatı ana hatlarıyla ortaya koyan ilk şairlerdendir. Orta hacimli olan Türkçe Dîvân’ı, Anadolu sahasında gelişen klasik edebiyatın temel taşlarından birini oluşturur. Bilindiği kadarıyla bu asırda yazılan ilk, Anadolu’da yazılan ikinci Hüsrev ü Şirin hikâyesi Şeyhî’ye aittir. Şeyhî, bu eserini 1421- 1430 yılları arasında Sultan II. Murad adına yazmıştır. Hüsrev ü Şirin mevzuunu kendisinden önce ve sonra gelen Türk şairleri arasında en iyi işleyen şairdir. Sultan II. Murad’a takdim ettiği diğer eseri de Har-name’dir. İnce bir sosyal tenkid ve temiz bir Türkçe örneği olan Har-name, aynı zamanda hiciv ve mizah edebiyatımızın bir şaheseridir. Zamanının “sultan-ı şuara-yı Rum”u olarak adlandırılan Ahmed Paşa da bu dönemin önemli şairidir. Fatih’in tahta geçmesinden sonra önce kazasker sonra da ona musahip ve müderris oldu. Kısa zamanda vezirliğe ulaştı. İstanbul’un fethi sırasında padişahın Ahmed Paşa’yı gerek askerin maneviyatını yükseltmesi gerekse her konuda kılı kırk yaran kişiliğe sahip olması sebebiyle yanından hiç ayırmadığı görülür. Padişaha hitaben meşhur “kerem” kasidesini yazmıştır. Ahmed Paşa kendinden önceki şairlere söylediği nazirelerle edebiyatımızda bir nazirecilik çığırı açmıştır. O, çağdaşı veya kendinden önceki bazı şairlerin bir şiirini daha güzel söylemek hevesiyle bu yolu seçmiş ve bunda başarılı örnekler vermiştir.

Ahmed Paşa’dan sonra bu asırda yetişen en büyük şair Necâtî Bey’dir. Fatih döneminde İstanbul’a gelerek sultan bir “şitaiyye” ve ardından gelen baharda “bahariyye” sunarak Fatih’in hayranlığını kazanmış ve ona Divan kâtibi olmuştur. Necâtî Bey’in asıl şöhret kazandığı ve takdir gördüğü dönem II. Bayezid dönemine rastlar. Bizzat Sultan Bayezid tarafından korunan şair, sultana 8 kaside sunmuştur. Daha sonra Sultan Cem’in yerine Karana valiliğine getirilen II. Bayezid’in büyük oğlu Abdullah’ın yanına Diivan katibi olarak Konya’ya gönderilmiş, onun 1483’te vefatı üzerine yazdığı yedi bentlik mersiye ile ona olan bağlılığını göstermiştir. Necâtî, Şehzade Mahmud’un yanında nişancı olduktan sonra şehzadenin emriyle Gazâlî’nin Kîmyâ-yı Sa’âdet’ini ve Avfî’nin Câmi’u’l-hikâyât’nı tercüme etmiş ve Leylâ vû Mecnûn Mesnevîsini nazmetmiştir. Günümüze ulaşan yegâne eseri Türkçe Dîvân’ıdır.

Avnî mahlasıyla şiirler söyleyen Fâtih Sultan Mehmed, 1432’de Edirne’de doğmuştur. Fatih’in edebi kişiliği incelendiğinde, onun iyi bir şair olduğu görülür. Şiirlerinde söylemek istediklerini açık ifadelerle dile getirmiştir. Şiirlerini ihtiva eden yegâne eseri Dîvân’ıdır. Adlî mahlasıyla şiirler söyleyen II. Bayezid, Fatih’in Gülbahar Hatun’dan olan oğludur. Bayezid, babası Fatih döneminde hız kazanan bilim, sanat ve düşünce hareketlerini devam ettirmiş Türkçenin yanı sıra Fars diliyle de şiirler söyleyip bunları daha sonra bir divanda toplamıştır.

Fatih devri şairlerinden olan Cem, Fatih’in üçüncü oğludur. Cem, 10 yaşındayken gazel yazmaya başlamıştır. Türkçe şiirlerini Türkçe Dîvân’ında toplamıştır. Âşık Çelebi, tezkiresinde onun musahiplerinden Sa’dî-i Cem ile divanını ve “kerem” redifli kasidesini II Bayezid’e gönderdiğini bildirmektedir. Affedilmesi umuduyla ağabeyine yolladığı yetmiş dört beyitlik kaside olumlu bir sonuç vermemiştir. Fatih dönemi şairlerinden olan Adnî, Fatih’in veziri Mahmud Paşa’dır. Mahlası birçok tezkirede sehve Adlî şeklinde geçmektedir. Fatih’in çevresinde toplanan edipler arasında yer alan Mahmud Paşa’nın ilmi ve edebi şahsiyetleri himaye ve teşvik edip onlarla bir araya gelerek kendisinin de ayrıca bir mahfil kurduğu görülmektedir. Tezkirelerde divan sahibi olan Adnî’nin şiirinden ve sanatından övgüyle bahsedilmektedir. Türkçe Dîvânı’nda döneminin şairlerine oranla oldukça sade bir dil kullanmıştır.

Asrın diğer şairlerinden olan Cemali, Şeyhi’nin yeğenidir. II. Murad ve Fatih devirlerinde yaşayan Cemali’nin Türkçe Divanı bulunmaktadır. Cemali, Hüma vü Hümayun diğer ismiyle Gülşen-i Uşşak isimli eserini 850/1446 tarihinde Sultan II. Murad adına yazmıştır. 4954 beyitten oluşan Miftahü’l-ferec adlı eserini ise 1456’da Fatih Sultan Mehmed’e sunmuştur. Bu asrın diğer kaside ve gazel şairi de Karamanlı Nizami’dir. Nizami’nin biline tek eseri divanıdır. Divanında Türkçe şiirlerinin sayısı fazladır. Divanında yer alan 11 kasideden ilki naattır diğerleri Karaman beyi İbrahim Bey, kardeşi Kasım Bey ve oğlu Pir Mehmed Bey için yazılmıştır. Fatih Sultan Mehmed için yazılmış “nergis” redifli bir kasidesi de bulunmaktadır.

8.1. XV. Yüzyıl Çağatay Sahasında Türkçe

XV. yüzyılda Türk edebiyatının Horasan ve Maverünnehir’de de büyük bir gelişme gösterdiği görülmektedir. Bu asırda Herat ve Semerkand merkez olmak üzere Timur’un çocuklarının ve torunlarının hüküm sürdükleri bu yerlerde Doğu Türkçesi ile çok parlak bir edebiyat meydana gelmiştir. Özellikle Timur’un çocuklarının Türkçe şiir ve eserlere rağbet göstermeleri Türk edebiyatının gelişmesinde büyük etken olmuştur. Bu asrın ilk yarısında yetişen şairlerin önde gelenlerinden olan Sekakki, Maverünnehir’den Semerkand’a göç edip Timurlular hizmetine girdikten donra şöhrete kavuşmuş. Özellikle Uluğ Bey zamanında ünü bütün Türkistan’a yayılmıştır. Özellikle kaside tarzında üstatlığı kabul edilen Sekkâkî’yi Yakînî, “Ok Yaynıng Münazarası” isimli eserinde Türk şiirinin “müctehidi” olarak kabul etmektedir. Sekkâkî, klasik edebiyat anlayışına uygun olarak Türk dilini döneminin imkânları dâhilinde çok iyi kullanan şairlerden biridir.

Bu asrın ikinci yarısında Hüseyn-i Baykara, Herat merkez olmak üzere Horasan, Sicistan, Toharistan, Cürcan ve Esterabad’ı idaresi altında birleştirerek kırk yıl kadar saltanat sürdü. Timurlular tarihinin bu son parlak döneminde Herat siyasi ve ticari merkez olmasının yanı sıra Baykara döneminin de kültür ve sanat merkezi oldu. Bu devirde klasik Çağatay edebiyatının gelişmesi, hatta büyük ölçüde altın çağını yaşaması Hüseyn-i Baykara’nın gayretlerine bağlıdır. Herat edebi muhiti bu arada sadece Horasan ve Maverünnehir’in büyük merkezleriyle temaslarını sürdürmüyor, aynı zamanda İran, Irak, Tebriz ve İstanbul gibi kültür ve sanat merkezleriyle de irtibatta bulunuyordu. Çağatay edebiyatının sanat ve milli ruh itibariyle zirveye ulaştığı bu devirde eli kalem tutan herkes Türk dilinden bahsetmiş, İran edebiyatı hayranlarına karşı Türkçe müdafaa edilmiş, Türkçe ile de büyük sanat eserleri ortaya konulabileceği gösterilmiştir. Bu asrın ikinci yarısı için ele alınması gereken edebi şahsiyetleri Hüseyn-i Baykara, Ali Şîr Nevâî ve Hamîdî’dir.

Ali Şîr Nevâî, XV. Asırda Maverünnehir ve Horasan’da Çağatay edebiyatının en büyük şairidir. Manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay edebiyatının değil bütün Türk edebiyatının önde gelen simalarındandır. Farsçanın resmi dil olarak hüküm sürdüğü, Fars edebiyatının Molla Câmî ile zirveye ulaştığı ve aydınların Farsça yazmayı meziyet saydıkları dönemde, Nevâî’nin, Türkçenin birçok yönden Farsçadan üstün bir dil olduğunu savunması ve Türkçe ile de yüksek bir edebiyat meydana getirmenin mümkün olduğunu bizzat eserleriyle ispat etmesi genç şairleri Türkçe yazmaya teşvik ederek özendirmesi göz önüne alınırsa, kültür ve edebiyat hayatımızdaki yeri daha iyi anlaşılır.

Nevâî, çocukluk döneminden başlayıp hayatının sonuna kadar söylediği Türkçe şiirlerini toplayarak yedi farklı divan meydana getirmiştir. Bunlardan Bedâyi’u’l-bidâye, Hüseyn-i Baykara’nın isteği üzerine, Türkçe yazmış olduğu en eski şiirlerini topladığı divanıdır. Nevâdirü’n-nihâye, 1476-1486 yılları arasında söylemiş olduğu şiirlerini ihtiva eden ikinci divanıdır. Garâibü’s-sıgar, yine Hüseyn-i Baykara’nın isteği üzerine, Nevâî’nin ilk tertiplediği iki divanı ile yirmi yaşına kadar söylediği şiirlerini ihtiva eden divanıdır. Nevâdirü’ş-şebâb, gençlik dönemlerinde yani yirmi ile otuz beş yaşları arasında söylediği şiirlerini ihtiva eden divanıdır. Bedâyi’u’l-vasat orta yaşlarda yani otuz beş ile kırk beş yaşları arasında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Fevâidü’l-kiber, ömrünün sonuna doğru yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Şairin Hamse’sinin dışında yazdığı altı mesnevisi vardır. Eserlerinin önemli bir kısmını da tezkire, hal tercümesi ve hatıra türünde kaleme aldığı kitaplar oluşturur. Bunlardan Mecâlisü’n-nefâis, özellikle Türk edebiyatında yazılan ilk şairler tezkiresidir. Muhâkemetü’l-lügateyn adlı eseri, Nevâî’nin dil alanındaki milli şuurunu sergileyen önemli bir eseridir. Nevâî, bu eserinde Türkçenin ifade kuvvetini ve Farsçadan üstünlüğünü ispata çalışmıştır.

8.2.XV. Yüzyıl Azerbaycan Sahasında Türkçe

Bu asırda Azeri edebiyatının varlığı, Celâyirliler devrinin medeni ve siyasi geleneklerini sürdüren Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri dönemlerinde görülmektedir. Bu devletlerin saraylarında ve çoğunluğunu Türkmenlerin oluşturduğu orduda Türkçe konuşulmaktaydı. Karakoyunlu ve Akkoyunlu hükümdarlar, İran edebiyatının gelişmesine hizmet ettikleri gibi, Türkçe eserler yazılmasını da desteklemişlerdir. Karakoyunlu hükümdarlarından Cihânşâh’ın Farsça ve Türkçe şiirleri bulunmaktadır. Cihânşâh devrinde büyük bir medeni faaliyet gösteren Karakoyunlu sarayı etrafında Türkçe yazan şairler de toplanmıştır. Akkoyunlular devrinde ise, özellikle Sultan Yâkub döneminde hem Farsça hem de Türkçe şiirlere önem verilmiş, bilgin ve sanatkârlara büyük ilgi ve himaye gösterilmiş, bunun sonucunda Akkoyunlu sultan ve şehzadeler namına birçok eser yazılmıştır.

Bu asrın en büyük şairi Habîbî’dir. Azerbaycan’ın Bergüşâd bölgesinin Gökçay nahiyesinde doğdu. Önceleri Sulatan Yakub’un daha sonraları ise, Şâh İsmail’in hizmetinde bulundu. Şâh ona “melikü’şu’arâ” unvanını vermiştir.

9. XVI. Yüzyıl Osmanlı Sahasında Türkçe

XVI. asır Türk kültürü ve medeniyeti ve buna paralel olarak Türk sanatı ve edebiyatının hızla gelişerek mükemmeli yakaladığı bir dönemdir. Sultan Selim Çaldıran Zaferi’nden sonra bin kadar ilim ve sanat erbabını Tebriz’den İstanbul’a nakletmiştir. Nitekim Osmanlı tarihçisi Şükrî-i Bidlisî, “Sultan Selim Tebrizde ne kadar sanat ve hüner sahibi, hoca, tüccar ve zengin varsa İstanbul’ a sürdürdü. Böylece Anadolu’nun Acem sanatına ihtiyaç duymamasını sağladı” demek suretiyle padişahın gerçek düşüncesini açıkça dile getirmiştir. (Nusret Çam, s.72).

Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde İslam coğrafyacılarının eserleri tercüme edilirken, yeryüzü ile ilgili çok ayrıntılı bilgiler içeren monografi özelliği gösteren coğrafi çalışmalar da önemli yer tutar. Pîrî Reis, Hint ve Çin Denizlerinin haritalarını çizmiş ve bunu Mısır’da Yavuz Sultan Selim’e sunmuştur.

Yavuz Sultan Selim çıktığı seferlerde şairlerin çoğunu yanında götürmüş ve sefer tarihini nazmetmelerini istemiştir. Bunun sonucu olarak adına birçok “Selîmnâme” yazılmıştır. Bunlar Yavuz’un Trabzon’daki valiliğinden başlayarak onun Gürcülerle, babası ve kardeşleriyle yaptığı mücadeleleri, tahta cülusundan sonra İran ve Memlûkllularla yaptığı savaşları anlatan manzum ve mensur eserlerdir. Yavuz için “Selîmnâme” yazan müellifler şunlardır: Şükrî-i Bidlisî, İshak Çelebi, Sücûdî Kemal Paşa-zâde, Keşfî, Celâl-zâde Nişancı Koca Mustafa Çelebi, Hoca Sadeddîn Efendi, Sa’dî bin Abdül müte’âl, Muhyî. Bunlar dışında Yavuz’un özellikle İran ve Mısır üzerine yaptığı seferleri anlatan eserler de yazılmıştır.

Yavuz zamanında şiirleri şöhret bulmuş, padişahın takdir ve iltifatını kazanmış, himayesi altına girmiş pek çok şair vardır. Bunlar arasında bilhassa ilmi ile de şöhret yapan Kemal Paşa-zâde, Tâci-zâde Cafer Çelebi sayılabilir. Remzi mahlaslı Pîrî Paşa, Zeynel Paşa aynı zamanda şiirle de meşgul olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin en geniş sınırlarına ulaştığı, en kuvvetli ve şaşalı devrini yaşadığı Kanuni Sultan döneminde Osmanlı ilminin de hayli ilerleme gösterdiği görülmektedir. Bergamalı Kadrî, Türk dilinin grameri olan Müyessiretü’l ulûm’unu (bk. Bergamalı Kadri, Müyessiretü’l ulûm, haz. Esra Karabacak, Ankara 2002) 1527’de Veziriazam İbrahim Paşa’ya takdim etmiştir. Pîrî Reis, denizcilik ve coğrafyaya dair olan Kitâb-ı Bahriyye’sini (Pîrî Reis, Kitab-ı Bahriyye, 4c., Ankara1988) İbrahim Paşa aracılığıyla 1525’te Kanunî’ye takdim etmiştir. Seydî Ali Reis, Mısır donanması kaptanlığına tayininden Hindistan yolculuğuna ve oradan Bağdat’a dönünceye kadar başından geçen bazı olayları, giriştiği savaşları, geçirdiği fırtınaları, gördüğü memleketleri, görüştüğü hükümdarları anlattığı bir seyahat ve hatıra kitabı olan Mir’âtü’l-memâlik’i (Seydî Ali Reis, Mir’âtü’l-memâlik, [İnceleme-Metin-İndeks], haz, Mehmet Kiremit, Ankara 1999), Edirne’de Kanuni’ye sunmuştur. Seydî Ali Reis’in Muhît adı ile tanınan Kitâbü’l-muhît fî İlmi’l-eflâk ve’l ebhur isimli eseri, Hint Okyanusu, deniz astronomisi ve fiziki coğrafya ile ilgilidir. Seydî Ali Reis’in astronomi ve denizcilikle ilgili diğer bir eseri de Mir’ât-ı Kâ’inât’tır. Sultan Selim Camii muvakkiti Mustafa ibn Aliyü’l-muvakkit, Çin ile Fas arasındaki yüz kadar önemli şehrin İstanbul’dan uzaklıklarının gösterildiği İ’lâmü’l-ibâd fi A’lâmi’l-bilâd isimli eserini yine Kanunî’ye takdim etmiştir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın uzun saltanatı devrinde, sultanın kendisinden önceki Osmanlı hükümdarları gibi sanata ve edebiyata ilgi ile yaklaşması ve sanatkârı himaye edip korumasından dolayı edebiyat büyük ve hızlı bir gelişim göstermiştir. Eli kalem tutan herkes ülkenin dört bir yanında sanat ve hünerini göstermek, şiirlerini sultana sunarak gözüne girip iltifatını kazanmak için İstanbul’a akın etmiştir. Böylece İstanbul dönemin önemli bir kültür merkezi haline gelirken Bağdat, Konya, Bursa, Edirne gibi o dönemin birer kültür merkezi olan şehirler eski önemini kaybetmişlerdir. İlim tahsile etmek için Anadolu dışına, özellikle İran’a yapılan akınlar durmuştur. Kendilerini İranlı meslektaşları seviyesinde gören Anadolulu şairler, artık onlardan daha büyük olduklarını ifade etmekten çekinmemeye başlamışlardır.

Kanuni zamanında şiirleri şöhret bulan, padişahın takdir ve iltifatını kazanarak himayesine giren birçok şair vardır. Bunlar arasında özellikle ilmi ile de şöhret bulan Kemal Paşa-zâde, Ebussuud Efendi, Kınalı-zâde Ali Çelebi, Celâl-zâde Sâlih ve Pervîz bin Abdullah sayılabilir. Sarayda yetişerek padişahın yakınında bulunan şairler de vardı. Önce çaşnıgîr sonra mirahur olan Cenabî Paşa, Yavuz döneminde saraya alınarak yetiştirilen, Kanunî döneminde ulufeci başı ve sipahi ağası olan Ahmed Paşa ile yine sarayda yetişerek vezirliğe kadar yükselen Derviş Ağa şiirle uğraşan bu tip devlet adamlarındandır. Bu dönemde renkli şahsiyeti ile göze çarpan Gazalî; Bâkî yetişinceye kadar dönemin en büyük şairi sayılan, padişahın yanından ayırmadığı ve iltifatını esirgemediği Hayalî Bey; sultanın oluşturduğu imkânlarla yıllarca çalışarak şehnâmesini yazan Arifî Fethullah Çelebi; asrın büyük şairlerinden olup özellikle mesnevileriyle tanınan Taşlıcalı Yahyâ Bey; devrin klasik Türk edebiyatının en büyük şairlerinden bir kabul edilen Bakî sultanın iltifatına mazhar olan şairlerdendir. Dönemin âlim –şairlerinden olan Fevrî, Kanunî’nin 960/1553’te Nahçıvan Seferi’ne çıktığı sıralarda söyleyip padişaha sunduğu Musahhar oldı hâl-i rây-ı yâre bagrımun başı/ Diyâr-ı Rûm Sultanı bu kez alur Kızılbaşı beytine mukabil 100 altın aldığı gibi sultanın musahipleri arasına dâhil edilip sefer müddetince yanında bulunmuştur.

Kanunî, 936/1530 yılında Şehzâde Mustafa, Mehmed ve Selîm için yapılan sünnet düğününde kendi huzurunda okuduğu kasideden dolayı Rahmî’yi takdir ederek ihsanda bulunmuş ve himayesine almıştır. Mesnevîhan-zâde Mehmed Kâmî, Enverî, Müeyyezâde Abdî, Ubeydî Abdurrahman, Edirneli Nazmî, “Sâmî,” mahlasıyla şiir söyleyen Hüsam Çelebi padişahın yakın ilgisini görüp meclislerine giren ve iltifatını kazanan şairlerdendir. Bu dönemde Kanunî’den bir mansıp, para ve hediye almayı umarak şiir yazan şairler de görülmektedir. Ancak iyi şiirle kötü şiiri çok iyi ayırt eden sultan tarafından bu tip şairler ilgi görmemişlerdir. II. Selîm zamanında da, Kanunî döneminde tamamıyla bir ilim ve kültür merkezi haline gelen İstanbul’daki kültür ve sanat yoğunluğu devam etmiş, birçok şair sultanın ihsanından ve ulufesinden istifade etmiştir. Ancak Sultan Selîm’in saltanatının kısa sürmesi, özellikle son zamanlarındaki aşırı dindarlığı neticesinde sadece hocalar ve şeyhlerle olan temasından dolayı, saray şairler için bir sığınak olmaktan çıkmıştır.

Saçlarının sarılığından dolayı “Sarı Selîm” olarak adlandırılan II. Selîm de, daha şehzâdelik yıllarından itibaren şairleri çevresinde toplamaya başlamıştı. Onun meclislerinde Fazlî, Sâmî, Ferdî, Râî, Firâkî, Nigârî, Hâtemî gibi şairler bulunmuşlardır. Sultan II. Selîm dönemi şairlerinin ekseriyetinin daha önce, şehzadeliği sırasında kendisine intisap ederek himayesini kazanan kişiler olduğu görülmektedir. Vefalı bir tabiata sahip olan II. Selîm, padişah olunca etrafında bulunan şairleri ya beraberinde İstanbul’a getirmiş yahut da onlar sonradan gelip saraya intisap etmişlerdir. Bizzat II. Selim de şiirle uğraşmış ve “Selîmî” mahlasıyla şiirler söylemiştir. Mürettep divanı olmamakla birlikte çeşitli şiir mecmualarında güzel şiirlerine rastlanmaktadır.

Kanunî dönemi şairlerinden Şemsî Ahmed Paşa ile Türk edebiyatının büyük şairlerinden Bâkî, Sultan II. Selîm’in lütfunu görüp iltifatını kazanmışlardır. Şehzadelik döneminde yanında bulunan, musahibi ve dert ortağı Celâl Bey, Manisa’da musahibesi olan Hubbî Kadın, Terzi-zâde Ulvî ve Hâtemî, hükümdar olduktan sonra sarayına alarak yetiştirdiği Şami Mustafa Bey, asrın büyük şeyhlerinden Beşiktaşlı Yahyâ Efendi ile dönemin âlimlerinden Hâletî’nin babası Azmî Efendi sultanın muhitine girerek himayesini kazanan şairlerdendir. Özellikle Gelibolulu Âlî, Sultan II. Selîm’e yakınlığı ile tanınmaktadır. II. Selîm’in şahsiyeti ile devrindeki olayları Âlî’nin Künhü’l-ahbâr’ının bir Osmanlı tarihi olan dördüncü rüknünden öğrenmekteyiz. Âşık Çelebi, ebced harflerine göre tertip ettiği Meşâ’irü’ş-şu’arâ isimli şairler tezkiresini II. Selîm’e takdim etmiştir. Önemli müderrislerden Mehmed Bey, Harputlu Şeyh Mahmud’un Memlûk Sultanı Melik Zâhir Çakmak adına kaleme aldığı Ed-dürretü’l-garrâ fî Nesâyihi’l fî-mülûk ve’l-kuzât ve’l-vüzerâ isimli şer’î siyaset ve idare ile ilgili eserini, el-Gurretü’l-beyzâ fî Tercemeti’d-dürreti’l-garrâ ismiyle genişleterek Türkçeye çevirmiş ve II. Selîm’e sunmuştur.

III. Murad ise Kanunî’den sonra en fazla şiir söylemiş Osmanlı sultanıdır. Şiirlerinde “Murâdî” mahlasını kullanmıştır. Sultan III. Murad’ın yakın muhitinde bulunan şairler de onun himaye ve iltifatını kazanmışlardır. Bu şairlerin çoğu dedesi Kanunî ve babası II. Selîm döneminde yaşayanlardır. Bunlardan şehzade Mustafa’nın hocalığına tayin edilen Nev’î saraya alınmıştı. Bâkî de bu dönemde şöhretini muhafaza ederek yüksek memuriyetlerde bulunmuştur. Sultan II. Selîm’e yakınlığı ile bilinen Gelibolulu Âlî, özellikle Lala Mustafa Paşa’nın ölümünden sonra padişaha sunduğu eserlerle ilgi çekmeyi başarmıştır. Hubbî Kadın Sultan Selîm’den sonra Sultan Murad’ın da musahibesi olmuş, devrin büyük âlimlerinden Hoca Sadeddin Efendi, Padişah hocası olduğu andan itibaren daima en yakınında bulunmuştur. Sarayda yetişerek doğancılar kethüdalığı ile padişahın hizmetinde bulunan Derviş Ağa ile padişahın meclislerine katılıp iltifatını kazanan Kıssahan Nutkî de bu dönem şairlerindendir.

III. Murad devrinde birçok eser yazılarak ona sunulmuştur. Gelibolulu Âlî, meşhur hattat, müzehhib, mücellit, nakkaş ve ressamların tercüme-i hallerinden bahseden Menâkıb-ı Hünerverân (Müjgan Cumhur, Ali Hattatların ve Kitap Sanatçılarının Destanları [Menakıb-ı Hünerveran], Ankara 1982) isimli önemli eserini sultana takdim etmiştir. Ali, 982/1574’te Vâridâtü’l-enîka (Kudret Altun, Gelibolulu Mustafa Ali ve Divanı [Varidatü’l-enika], Niğde 1999), adıyla tertip ettiği divanından sonra yazdıklarını 999/1590 yılında Layihatü’l-hakika (İsmail Hakkı Aksoyak, Gelibolulu Mustafa Ali ve Divanlarını Tenkitli Metni, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, 1999) ismini verdiği ikinci divanında toplayarak yine padişaha sunmuştur. Hoca Sadeddin Efendi sultanın emri ile Abdul Kadir-i Gîlânî’nin menâkıbını tercüme ederek ona takdim etmiştir. Emîr Mehmed ibn Emîr, 1583’te Amerika hakkında elde edilen bilgileri ihtiva eden Kitâb-ı İklîm-i Cedîd adıyla Latinceden tercüme ettiği eseri III. Murad’a sunmuştur.

9.1. XVI. Yüzyıl Çağatay Sahasında Türkçe

Çağatay edebiyatı XVI. Asırda Şeybânîler tarafından Orta Asya’da, Babür ile de Hindistan’da devam etmiştir. Bu dönem Şebânîler idaresindeki Semerkand ve Buhara gibi şehirler yeniden önem kazanmaya başladı. Devrin önemli ilim adamları, sanatkârları ve şairlerinin toplanmaya başladığı bu şehirler, dönemin önemli bilim ve kültür merkezleri haline geldi. Şeybaniler devrinde Çağatay yazı dili ve edebiyatı devam ettirilmiştir. Yesevî dervişlerinin gayretleriyle halk arasında yaygın olan hikmet tarzının, özellikle Şeybânî Han ve Ubeydullah Han tarafından da yazılmasıyla, kültürlü sınıf arasında da yayılmaya başladığı görülmektedir. Yine bu dönemde Farsçadan Çağataycaya çevrilen manzum ve mensur eserlerin çokluğu yanında daha önce Farsça yazılmış ilmi ve tarihi eserlerin Çağatayca benzerlerinin de yazılmaya başlanması dikkat çekicidir.

Maverünnehir fatihi olarak anılan Şeybânî Han, sert mizacına rağmen bilginleri ve sanat erbabını korumuş, idaresi altında bulunan şehirlere birçok medrese yaptırarak ilmi faaliyetleri teşvik etmiştir. Şiirlerinde “Şibanî” mahlasını kullanan Şeybânî Han, aşk ve tabiat güzelliklerini anlatan şiirlerinin yanında Yesevi geleneğini devam ettirerek hece vezniyle hikmetler de söylemiştir. Şeybânî Han’ın Türkçe şiirlerini içine alan Divan’ı bulunmaktadır. Bu asırda Hindistan’da Çağatay edebi dili ve edebiyatı Babür, Kâmrân Mirza ve Bayram Han’la varlığını sürdürmüştür. Babür, Ali Şîr Nevâî’den sonra yetişmiş Çağatay şairlerinin en ünlüsü olup Çağatay şiir ve nesrinin en güzel ve orijinal örneklerini vermiştir. Aşk, tabiat ve güzellik şiirlerinin yanında içtimai, ahlaki ve tasavvufi şiirlerinin yer aldığı Dîvân’ı, onun hayat görüşünü, karakterini ve sanat gücünü göstermesi bakımından son derece önemlidir. Nesir alanında, Çağatay Türkçesiyle yazılmış en önemli eserlerden olan Bâbür-nâme, Vekâyî adıyla da anılmaktadır. Eserde, Bâbür’ün hayatı, düşünceleri, maceraları ve daha birçok hususiyeti samimi bir dille anlatılmaktadır. Arûz Risalesi, Türklere mahsus bazı nazım şekillerinin, aruz vezniyle ilgili bilgilerin ve pek bilinmeyen bazı edebi sanatların anlatıldığı eseridir.

Kâmrân Mirza, Bâbür’ün Gülruh adlı ikinci karsından doğan ikinci oğludur. Kâmrân Mirza, şiirlerinde “Kâmrân” ve “Gâzî” mahlaslarını kullanmıştır. Türkçe Dîvân’ı vardır. Şiirlerine büyük ölçüde âşıkane unsurlar hâkimdir.

Şii bir aileden gelen Bayram Han ise Türkçe şiirlerinden oluşan bir divana sahiptir.

9.2. XVI. Yüzyıl Azerbaycan Sahasında Türkçe

Bu asırda Azerî edebi lehçesinin konuşulduğu sahaların büyük bir bölümü Safevîlerin idaresi altında idi. Bu dönemde hem Türkçe hem de Türk edebiyatı büyük değer kazanmıştır. Hükümdar ailesi, aristokrat askerler ve ordunun ana dili olan Türkçe, resmi dil ve edebiyat dili olarak sarayda ve divanda yer almıştır. Gerek hükümdarlardan gerekse saltanat ailesinden çok kimsenin şiir ve edebiyatla doğrudan doğruya ilgilenip şair ve âlimleri korumaları sonucu, çoğu Türk neslinden olan yüzlerce şair yetişmiştir. Bu dönemin ilk şairi Safevî Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’dir. Kudretli bir sanatkâr olan Şah İsmail, Hatâî mahlasıyla hem halk şiiri hem de klasik şiir tarzında tasavvuf şiirler söylemiştir. Hatâî’nin özellikle milli nazım şekilleriyle ve hece vezniyle söylenmiş ilahileri çok tanınmış ve yayılmıştır.

Dönemin ikinci önemli sanatkârı Fuzûlî’dir. Asıl adı Mehmed olan şair Fuzûlî mahlasını kimsenin beğenmeyeceği düşüncesiyle seçmiştir. Şah İsmail’in Bağdat’ı ele geçirmesinden sonra Beng ü Bade adlı eserini ona sunmuştur. Şairin, Kanuni’nin Bağdat’ı fethine kadar geçen zaman zarfındaki hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Kanuni’ye beş kaside sunan Fuzûlî, Sadrazam İbrahim Paşa’ya, Kazasker Abdülkadir Çelebi’ye ve Nişancızade Mustafa Çelebi’ye de kasideler sunarak, Osmanlı ileri gelenlerinin himayesine girmeyi arzulamıştır.

Fuzûlî’nin Türkçe Dîvânı, sanat kudretini gösteren en tanınmış eseridir. Leyla vü Mecnun mesnevisi Türk edebiyatında bu konuda yazılmış eserlerin en meşhuru ve en güzeli olup bir şaheser hüviyetindedir. Beng ü Bade ise afyonla şarabın karşılaştırılıp şarabı üstün olduğu sonucuna varılan 444 beyitlik mesnevisidir. Safevî hükümdarı Şah İsmail’e sunulan eser, alegorik ve sembolik bir yapıya sahiptir. Fuzûlî’nin mensur eserleri arasında değerlendirilen Türkçe Mektuplar’ından ilki Nişancı Celal-zade Mustafa Çelebi’ye yazdığı mektup olup “Şikâyet-nâme” adıyla tanınmıştır. Fuzûlî, bu mektubunda Nişancı’nın kaleminden çıkmış olan bir “berât-ı hümâyûn” ile Bağdat vilayeti gelirinin fazlasından kendisine devamlı verilmesi bizzat padişah tarafından emir buyurulan günde 9 akçeyi alamadığını Nişancı’ya bildirmektedir. İkinci mektubu, Musul Mirlivası Ahmed Beğ’in kendisine yazmış olduğu mektuba cevaptır. Üçüncü mektup Ayas Paşa’ya yazılmıştır. Dördüncü mektup yine manzum ve mensur karışık olarak Kadı Alâüddîn’e yazılmıştır. Son mektup ise, Kanuni’nin oğlu Şehzade Bayezid’in Fuzuli’ye gönderdiği anlaşılan mektuba cevaptır.

10. XVII. Yüzyıl Osmanlı Sahasında Türkçe

Bu devirde de Osmanlı hanedanı âlimi ve sanatkârı, dolayısıyla şairi koruma politikasını devam ettirmiştir. Nitekim asrın başlarında Sultan I. Ahmed “Bahtî”, Sultan II. Osman ise “Fârisî” mahlasıyla şiirler söylemişlerdir. Ayrıca edebiyata olan ilgi devlet erkânının konaklarında düzenlenen sohbet meclislerinde de varlığını sürdürmüştür. Kendileri de şair olan Şeyhülislam Yahyâ Efendi ile Şeyhülislam Bahâyî Efendi şiirleriyle hem şairlik mesleğine itibar kazandırmışlar hem de dönem şairlerini himayelerine alarak edebiyatın gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Klasik şiir bu asırda gerek teknik, gerek ahenk, gerekse zarafet bakımından biraz daha oturmuş ve güzelleşmiştir. Artık Türk şiiri yakın zamana kadar örnek aldığı İran şiirini hem kemiyet hem keyfiyet itibariyle ciddi bir şekilde geride bırakmıştır. Daha XV. asırda Anadolu’da Şeyhî, Ahmed Paşa ve Necatî Bey ile Orta Asya’da Âli Şir Nevâî, XVI. Asırda Anadolu’da Hayalî Bey ve Bâkî, Azerî sahasında Fuzûlî gibi kendi klasik şairlerini yetiştiren Türk şiiri, kullanılan Türkçe kelimeler, deyimler ve atasözleri, halk söyleyişleri ve milli kültüre ait malzemelerle şüphesiz milli bir hüviyet kazanmıştır. Bundan dolayı klasik şairlerimiz artık İran edebiyatına ehemmiyet vermemeğe ve kendi sanatkârlarını örnek almaya başlamışlardır.

Türk edebiyatının en parlak dönemlerinden biri olan bu asırda birçok şair yetişmiştir. Bu asırda kaleme alınan şair tezkirelerinden Tezkire-i Rızâ’dâ 266, Âsım’ın Zübdetü’l-eş’âr’ında ise 123 şair hakkında bilgi verilmiştir. XVIII. Asrın ilk yirmi yılında yetişen şairleri de eserine alan Safâyî, tezkiresinde 493 şair tespit etmiştir.

Bu dönemde şairler geçen asırlara nazaran sosyal ve ekonomik konulara daha fazla eğilmişler, özellikle çevrelerinde olan hadiseleri gözlemleyerek bunları şiirlerinde kullanmışlardır. Bu da şiirlerde sosyal tenkidin ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Nef’î, Nev’i-zâde Ata’î, Nâbî, Sâbit gibi şairlerin “sosyal çevre” ile çok fazla meşgul olmaları, bu dönem şiirinin genel karakterini de belirlemede etkili olmuştur.

Bu asırda özellikle şiir alnında Nef’î, Şehülislam Bahyî, Nâ’ilî-i Kadîm, Neşâtî ve Nâbî gibi kendine has üslubu olan birçok şair yetişmiştir. Yüzyılın en önemli kaside şairleri Nef’î ve Sabrî; gazel şairleri Şeyhülislam Yahyâ, Şehülislam Bahâyî, Neşâtî, Nâ’ilî-i Kadîm, Fehîm- i Kadîm, Vecdî, İsmetî, Şehrî, Nedîm-i Kadîm, Nâbî, Sâbit, mesnevi şairleri ise hamse sahibi Nev’i-zâde Atâ’î, Ganî-zâde Nâdirî ve Nâbî’dir.

10.1 XVII. Yüzyıl Çağatay Sahasında Türkçe

XVII. asır Orta Asya Türklüğü için sadece siyasi ve iktisadi bakımdan değil sosyal ve kültürel yönden de hem gerileme hem de çöküş dönemi olmuştur. Bu dönemde her ne kadar Çağatay Türkçesi, İran’dan Çin sınırına kadar uzanan alanda yazı dili ve devlet dili olarak kullanılsa da önemli şair ve yazarlar yetişmemiştir. Bunda en önemli amil, geçen asırdan beri Rusların Türkleri birbirine düşürerek Sibirya’yı ele geçirip Orta Asya Türklerini kendi hudutlarına alma düşünceleri; doğuda Çinlilerin Türkistan’ı ele geçirmek için fırsat kollamaları ile Türkler arasında bir birliğin kurulamaması, yabancı taktikler ve tahrikler sonucu birbirine düşürülmeleri olmuştur. Nitekim Şeybânî sülalesinden Hîve Hanlığı zamanında Ebu’l gazi Bahadır Han, Türk ruhunu yeniden canlandırmak için bir Türk tarihi yazdırmak istemiş ancak bunu kaleme alacak bir tarihçi bulamadığı için kendisi Şecere-i Terakime ve Şecere-i Türkî adlı iki önemli eser yazmıştır. Bunlardan Şecere-i Terakime, XII. Asır Moğol tarihçisi Reşidüddin’in Câmi’ü’t-tevârih’inde bulunan Oğuz-nâme’nin diğer 20 Oğuz-nâme ile karşılaştırılıp; Türkmenler arasında anlatılan rivayetlerin toplanarak bir araya getirilmesiyle yazılmış, kısa ancak önemli bir eserdir. Eserde kullanılan dil, Nevâî ve Bâbûr ile tekâmül bulmuş olan edebi Orta Asya Türkçesinin Özbek Türkçesi ile birleşmesinden meydana gelmiş bir XVII. Asır Orta Asya Türkçesidir. Şecere-i Türk, XV. Asrın ikinci yarısından 1663 tarihine kadar Harezm’e hâkim olan Özbek hanlarından Yadigaroğulları’nın şeceresi ile tarihini ihtiva etmektedir. Bu asrın en parlak temsilcisi olan Ebu’l gazi Bahadır Han’ın eserleri, akıcı, zengin ve renkli dili ve üslubu ile Orta Asya Türkçesiyle yazılan nesirlerin en güzel örneklerini oluşturur.

10.2. XVII. Yüzyıl Azerbaycan Sahasında Türkçe

Bu asırda Azeri sahasında Türk edebiyatı eski dönemlere nazaran sönük geçmiştir. Asrın en önemli şairi Mirza Muhammed b. Mirza Abdurrahîm Sâ’ib’dir. Sâ’ib-i Tebrizi şiirde yeni bir tarz ve üslup geliştirerek çığır açmış büyük bir şairdir. Onun Türkçe şiirleri gerek kemiyet gerekse mahiyet yönünden, Farsça şiirlerinden oldukça farklı bulunmaktadır. Sâ’ib Türkçe şiirleriyle, klasik Türk edebiyatının inceliklerine vakıf bir şair olarak görülür. Sa’ib-i Tebrizî’nin 22 Tğrkçe gazeli, bir tane de Hind sultanına mağlup olan Nedr Muhammed için söylenmiş beyti vardır.

XVII. yüzyıldan itibaren siyasi otoritenin zayıfladığı Orta Asya’da Şeybânîlerin yerini Astarhanlar almıştır. Ancak onlar da Orta Asya Türklüğünü birleştirmeyi başaramamışlardır. Kabileler arasında vuku bulan çatışmalar neticesinde küçük ve güçsüz birçok hanlık kurulmuştur.

XVIII. asırda Orta Asya’daki medeni faaliyetlerde, geçen asırlarla mukayese edilemeyecek bir gerileme söz konusudur. Bu yüzyılda eski şair ve yazarları kendilerine örnek alıp Farsça ve Çağatayca bazı eserler kaleme alan şahsiyetler çıkmışsa da, fazla bir varlık gösterememişlerdir. Buna rağmen Buhara ve çevresinde Çağatay edebiyatı gittikçe gerilediği halde, Hîve ve Hokand çevrelerindeki siyasi gelişmelere paralel olarak canlı bir edebi faaliyet de göze çarpmaktadır. Ancak bunlar Ali Şîr Nevâî ve Fuzûlî’yi taklitten ileri gidemeyen çalışmalardır. Geçen asrın sonlarında yaşayıp bu asrın başlarında Belh’te idam edilen divan sahibi tanınmış mutasavvıf şair Baba Rahîm-i Nemengânî, divan sahibi şairlerden Nevbetî ile Abdulmecid Harâbâtî asrın tanınmış simalarındandır. Divanı ile Râhat-ı Dil adlı bir eseri olan mutasavvıf şair Hüveydâ ile divan sahibi Gazi de dönemin önemli şairlerindendir. Mevlânâ Yahyâ, hükümdar Şîr Gâzî’nin sülalesinden olan ve Gülşen-i İkbâl isimli bir eser yazan Seyyid Muhammed ile bu sülalenin son hükümdarı Beyzâ mahlasıyla şiir söyleyen II. Ebu’l gâzî de Hîve şairlerindendir. Bu asırda yetişerek Yesevî tarzında şiirler yazan, bazen şiirlerinde aruz veznini kullanan şairler de vardır. Mahdum Kulı, Şems-i Özkendî, Ubeydî, Fakîrî, Bihbudî, Şühûdî, Gazâlî, Tufeylî, Râcî bunlardandır. Bu yüzyılda Çağatay yazı dilinin yerini Özbek yazı dili almaya başlamıştır.

11. XVIII. Yüzyıl Osmanlı Sahasında Türkçe

Bu yüzyılda siyasi, iktisadi ve içtimai hayatta kendisini belirgin olarak hissettiren gerilemeye karşılık, bilim, kültür ve edebiyat hayatı bu çöküntüden fazla etkilenmemiş ve önceki asrın devamı olarak olgunluk dönemini yaşamayı sürdürmüştür. Geleneğin belirlediği kriterlere bağlı kalarak kendisini her dönemde teknik ve estetik bakımdan yenileyerek gelişimini devam ettiren edebiyat, gerek kemiyet gerekse keyfiyet bakımından özellikle asrın başında Nedim, sonunda Şeyh Galip’in elinden en mükemmel ve olgun örneklerini vermiştir. Bunda asrın başında III. Ahmed ve sonunda III. Selim’in sanat ve sanatkâra ilgi gösterip desteklemelerinin ve uzun süren savaşlardan yorgun düşen Osmanlı için soluklanma ve barış özlemi duyulmasının önemli etkisi olmuştur. Bu dönem şairleri önceleri hikmet ve hünerle elde edilen edebi seviyeyi, bu dönemde mahalli unsurları, gündelik hayatı ve konuşma dilini şiirin malzemesi yaparak yakalamaya çalışmışlardır.

Önceki devirlerde oluşan edebi zevklere ve anlayışlara paralel olarak gelişimi devam ettiren bu dönem edebiyatı, daha çok bir “nazire edebiyatı” görünümündedir. Bunda şüphesiz Damat İbrahim Paşa’nın sık sık şiir ve edebiyat meclislerine şairleri davet ederek onların kaynaşmalarını sağlaması, onların eski üstatlara ve birbirlerine yazdıkları nazireleri ve tahmisleri bir yarışma içerisinde söylemeleri etkili olmuştur. Yüzyılın başında gazelde Nabi, kasidede ise Nef’i en fazla tanzir edilen şairlerdir. Baki, Fuzuli, Şeyhülislam Yahya ve Sabit şiirlerine belli oranda nazireler yazılan diğer şairlerdir. Asrın başında Nedîm’in, sonunda Şeyh Galip’in yetişerek farklı bir ses ve tarzda ortaya çıkmalarıyla, dönem şairleri yeni bir ivme yakalamışlardır.

Bu asrın başlarında Nabi’nin etkisi devam etmekteydi. Onu üstat olarak görerek duygu ve sesin yerine fikri ve manayı öne çıkaran “hikemi tarz”ı benimseyen şairler o vadide şiirler söylemeyi devam ettirmişlerdir. Bunda hiç şüphesiz içtimai hayattaki kargaşalık ve onun sebep olduğu huzursuzluk da etken olmuştur. Sabit, Dürri, Kami, Selim, Sami, Raşid, İzzet Ali Paşa, Seyyid Vehbi, Çelebi-zade Asım, Koca Ragıp Paşa, Hazık, Fıtnat Hanım ve Haşmet Nabi taklitçilerindendir. Nedim acı, ıstırap ve düşünceden uzak, coşkulu ve şûhane edasıyla ortaya çıkıp şiire yeni bir nefes ve soluk vermiş ve kısa sürede kendini kabul ettirmiştir. Asrın sonunda Şeyh Galip farklı bir çehre ile kendini kabul ettirmeyi başarmıştır.

Önceki asır kadar olmasa da bazı şairler gerek “klasik tarz” gerekse “mahalli tarz”da içine düşülen tekrarcılıktan kurtulmak için Sebk-i Hindi’nin sanatlı ve külfetli üslubuna meyletmişlerdir. Bunda özellikle asrın ikinci yarısında Şeyh Galib’in de içinde bulunduğu bazı genç şairlere Hoca Neş’et’in Sebk-i Hindi’nin önemli temsilcilerinden Sa’ib-i Tebrizi ile Şevket-i Buhari’nin şiirlerini okuması ve sevdirmesi de etkili olmuştur. Bu devirde dikkat çeken “mahalli tarz”, şiirlerde atasözleri ve deyimleri kullanmakla başlayan sürecin devamı olarak mahalli konular, mekân ve âdetlerin girmesi, hece vezni ile halk şiirlerine ait nazım şekillerinin kullanılması şeklinde devam eder. Mahallileşmenin etkisiyle Anadolu’da Türk edebiyatının kuruluşundan beri varlığını devam ettiren hece vezniyle şiir yazma geleneği, bu asırda fark edilir bir artış kaydetmiştir.

Her dönemde olduğu gibi bu dönemde de en çok rağbet gören nazım şekli “gazel”dir. Gazelleriyle tanınmış şairlerin ekseriyeti Lale Devri’nde yaşamışlardır. Bunlar içerisinde çağının coşkusunu ve duygularını bütün samimiyetiyle ahenkli bir şekilde dile getirdiği şen, şuh ve rindane gazelleriyle “Nedimane” diye yepyeni bir vadi açan Nedim’in özel bir yeri vardır. Bu asırda “şarkı”nın da belirgin bir şekilde arttığı görülmektedir. Şarkı kendine has özellikleri olan bir nazım şakli olup daha ziyade bestelenmek üzere yazılan şiirlerin ortak adıdır. Nazim, Nedim, Şeyh Galib, Vahid, Enderunlu Fazıl bu dönemde şarkılarıyla öne çıkan şairlerdendir.

Asrın başında Osmanlı tahtında bulunan III. Ahmed şair, müzisyen ve hattat bir hükümdardı. Ahmedi ve Necib mahlaslarıyla şiirler söyleyen sultan, bir Kur’an nüshası istinsah ettiği gibi bugün de mevcut olan tarihi Sultan Ahmed Çeşmesi kitabesi ile Topkapı Sarayı’nın arz odası üzerindeki besmeleyi bizzat kendisi yazmıştır. Ayrıca etrafında edebi meclisler oluşturan III. Ahmed, şairler kadar hattat, ressam ve musikişinaslara da ilgi göstermiştir.

Bu devirde bizzat Sadrazam İbrahim Paşa tarafından kurulan ve devlet tarafından maaşa bağlanan bir tercüme heyetinde Osman-zade Taib, Nedm, Sami, Raşid, İzzet Ali Paşa, Seyyid Vehbi, Nahifi, Şakir, Çelebi-zade Asım gibi devrin önemli şairleri de yer almışlardı. Bu heyet tarafından birçok eser tercüme edilmiştir. Osmanlı tarihi boyunca ilk defa Lale Devri’nde Viyana, Fransa, İran ve Rusya’ya sefirler gönderilir. Bu sefirlerden gönderildikleri ülkelerde meydana gelen bütün gelişme ve olaylarla ilgili gözlem yapmaları istenir. Özellikle Fransa’ya gönderilen Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’nin Sefaretname’si bu dönemde çok ilgi görmüştür. Yeniliklere açık, akıllı, ihtiyatlı ve yüksek kültürlü bir şahsiyet olan I. Mahmud, şiire meraklı olup kendisi de güzel şiirler yazmıştır. Ancak bu asrın en dikkate değer Hükümdarı III. Selim’dir. İlhami mahlasıyla söylediği şiirlerini bir divanda toplayan sultan, aynı zamanda Mevlevi olup Şeyh Galib ile yakın bir dostluk kurmuştur.

11.1. XVIII. Yüzyıl Azerbaycan Sahasında Türkçe

Safevîlerden sonra Azerî Türkçesi Avşar ve Türk olmayan Zend hanedanları zamanında saray ve ordunun dili olarak kullanılmaya devam etmesine rağmen, Azeri edebiyatının inkişafı yavaşlamış ve bir durgunluk yaşanmıştır. Nâdir Şâh’ın kâtibi ve vak’anüvis Astarâbâdlı Mirza Muhammed Mehdî Han’ın hazırladığı Senglâh adlı büyük Türkçe- Farsça sözlük, bu dönemde Türkçenin değerini gösteren önemli bir eserdir. Bu asrın en kudreti şairi, Safevîlerin son dönemlerinde elçi olarak İstanbul’a gönderilen ve Nâmî mahlasıyla şiirler söyleyen Murtazâ Kulu Han’dır. Nâmî’nin İstanbul’da bulunduğu sırada Osmanlı Türkçesine yakın bir tarzda söylediği şiirlerine, Osmanlı şairleri tarafından nazireler söylenmiştir. Onu tanzir edenler arasında bu asrın en büyük şairlerinden Nedîm de vardır. Asrın diğer önemli ve şöhretli şairi Kafkas Türkü olan Vâkıf’tır. Diğer adı Molla Penâh olan Vâkıf, İran Türklerinden çok Kafkas Türkleri arasında meşhur olmuştur. Klasik şiirde üstat olan Vâkıf, âşık tarzında da sade ve güzel şiirler kaleme almıştır. Vâkıf klasik şiir estetiğiyle halk söyleyişini kaynaştırmayı başarmış bir şairdir.

12. XIX. Yüzyıl Osmanlı Sahasında Türkçe

Bu dönemde klasik şiiri içine düştüğü kısır döngüden kurtaracak hamleyi yakalama düşüncesiyle Encümen-i Şuara isimli edebi bir topluluk kurulmuştur. Bir dost meclisi havasında geçen Encümen-i Şuara toplantılarında okunan şiirler üzerine mübahese ve müzakereler yapılmıştır. Bu meclise katılan şairler eski kültürü iyi bilen, edebi zevki olan ve nazım tekniği kuvvetli kişilerdi. Bu şairler ekseriyetle Nef’i, Na’ili ve Fehim-i Kadim gibi şairlerin şiirlerine yönelip o tarzda şiirler söylemişler, hatta onları okumayı tavsiye etmişlerdir. Bunun yanında onları eskilerden ayıran bazı özellikler de dikkat çekmektedir. Aralarında klasik şiiri bazı yönleriyle tenkit hatta tahkir edenler, eski şiire “nev-zemin” bir yol açmaya çalışanlar, hece veznini, halk şiiri tarzını ve sade Türkçeyi benimseyenler, şiirlerine gelenekte olmadığı şekilde başlık koyanlar, yeni konular arayanlar, özellikle siyasi-içtimai konularla ilişkisi olan kavramları hatta Farnsızca birtakım kelimeleri kullananlar bile vardı.

Tasavvufun bu dönem şairleri üzerinde de etkisi devam etmiştir. Başta Mevlevi dergâhı olmak üzere Nakşibendi ve Celveti dergahleri şairlerin feyz aldıkları mekânlar olmuştur. Dönemin önemli şairlerinden İzzet Molla, Yenişehirli Avni, Şeref Hanım, Pertev Paşa ve Ayni “Mevlevi”; Adile Sultan, Arif Hikmet ve Osman Nevres “Nakş-bendi”; Musa Kazım Paşa ise “Celveti” tarikatına mensuptur. Bu asırda sultanlardan sadece II. Mahmud edebiyatla uğraşıp Adli mahlasıyla şiirler söylemiştir.

12.1 . XIX. Yüzyıl Orta Asya Sahasında Türkçe

Bu yüzyılın ortalarına kadar Çağatay edebi dili, Çin’den İran sınırlarına kadar bütün Orta Asya memleketlerinde genel kültür, edebiyat ve devlet dili olarak kullanılmış, hükümdarlar arasındaki mektuplar, vakfiyeler, her türlü edebi ve ilmi konular bu dille yazılmış, sadece aristokrat sınıflar arasında değil, halka hitap eden eserlerde de bu dil geçerli olmuştur. Özellikle XIX. Asırlar arasında Hîve Hokand hanlıklarında siyasi ve askeri alandaki kalkınma hareketleriyle birlikte oldukça parlak bir edebi gelişme göze çarpar. Kendileri de şiir söyleyen hanların etrafında şairlerin kümelenmeye başladığı görülür. Kongratlar döneminde özellikle de aynı zamanda şair olan Muhammed Rahîm Han zamanında (1806-1825) Çağatay şiirinde bir gelişme görülür. Divan münşîlerinden olup “Münşî” mahlasını kullanan Molla Niyaz Muhammed ile Firdevsü’l-ikbâl adlı Çağatayca büyük bir Hive tarihi kaleme alan Munis onun himayesini gören önemli şahsiyetlerdir. “Âgâhî” mahlasıyla şiirler söyleyen Muhammed Rıza, amcasının ölümüyle eksik kalan Firdevsü’l-ikbâl’ı tamamlamış, Han’ın emri ile Ravzatü’s-safâ’yı tercümeye başlamış, 1825’te tahta geçen Allah Kulı Han namına Riyazü’d devle adlı bir eser yazmış, 1842’de hükümdar olan Rahim Kulı Han’a Zübdetü’d-tevârih’ini takdim etmiştir. Son eseri olan Şâhidü’l-ikbâl’de Rusların Türkistan’ı istila etmelerine kadar vuku bulan olayları anlatmıştır. II. Rahim Han da “Fîrûz” mahlasıyla Farsça ve Çağatayca oldukça güzel şiirler yazmıştır. Emir mahlasıyla Farsça ce Çağatayca güzel şiirler söyleyen Ömer Han’ın etrafında Nemenganlı Fâzıl, Hâzik, Şerif, Fazlâ, Kulhânî, Mahmur ve Mücrîm gibi sayıları yetmişe varan birçok şair bulunmaktaydı.

12.2. XIX. Yüzyıl Azerbaycan Sahasında Türkçe

Bu asrın başlarından itibaren başlayan Rus istilası sonucunda Azeri edebiyatı iki kola ayrılmıştır. Bunlardan Kuzey Azerbaycan’daki edebiyat Rus tesiriyle şekillenirken, klasik geleneklere bağlı kalan Güney Azerbaycan’daki edebiyat gittikçe sönükleşerek bir taklit ve nazire edebiyatı halini almıştır. Klasik Azerî edebiyatında mersiyenin önemli bir yeri vardır. Özellikle Muharrem ayında musikî eşliğinde icra edilen ve konusu elim Kerbelâ olayı, Hz. Hüseyin’in öldürülmesi ve Oniki İmam’ın başına gelen musibetler olan “nöha”lar [nevha] çok yaygındır. Dâhil, Dilsûz, Râcî, Kumrî, Mukbil, Pürgam, Ahî, süpührî, Hakî, Şuaî, Mahzun bu dönemin mersiyeleriyle tanınmış şairleridir.

– Fatma Aydın

Kaynakça:

Prof. Dr. Doğan Aksan, “ Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını”, Bilgi Yayınevi

Seyıt Kemal, Karaalioğlu, Resimli- Motifli Türk Edebiyatı Tarihi, Başlangıçtan Tanzimata, İnkılâp ve Aka Kitabevleri

Ord. Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi,

Ahmet Atilla Şentürk, Ahmet Kartal, Eski Türk Edebiyatı Tarihi,

Prof. Dr. Mine Mengi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 2006