VIII. Henry ve Anne Boleyn“Zaman gelecek ben Anne Boleyn” (Le Temps Viendra Je Anne Boleyn)
“Bir adam kardeşinin karısını alırsa bu kirliliktir. O kardeşinin mahremini açmıştır. Çocukları olmayacaktır.”
Leviticus 20:21
1520’lerin ortalarına gelirken Kral Henry’nin aklını en çok meşgul eden cümleler bunlardı. Henry bir kral figürü olarak kusursuz sayılırdı. Yakışıklı, uzun boylu atletik yapılıydı. İhtişamlı görüntüsü ve gözü pekliğiyle halkına önderlik edebilecek karizmatik bir adamdı. Henry’nin babası İngiltere’nin altını üstüne getiren güllerin savaşını bitirmiş büyük oğlu Arthur’u da siyasi açıdan çok faydalı olacak bir nikahla Aragon’lu Catherine ile evlendirmişti. Arthur genç yaşta öldüğünde Henry kendisinden 5 yaş büyük Catherine’le evlendi. Evlilikleri başta mutlu bir birliktelikti. Ama on beş koca yılın sonunda, Henry’nin hala bir veliahtı yoktu. Güllerin savaşı biteli çok olmamıştı. Eğer Henry’nin bir veliahtı olmazsa hem hanedanı son bulacak hem de ada yine korkunç bir savaşın içine gömülecekti. Henry mutlaka ve mutlaka erkek bir evlat sahibi olmalıydı. Hatta abisinin ölümünün de gösterdiği üzere bir bile yetmeyebilirdi. Ama Catherine hala erkek bir çocuk doğuramamıştı. Henry’nin daha önce bir metresinden erkek bir çocuğu olmuştu. Dolayısıyla ortada bir sağlık sorunu yoktu. Tanrı Henry’yi cezalandırıyordu.
Kralların metreslerinin olması garipsenen bir şey değildi. Henry’nin metreslerinden biri de Fransa ve Kutsal Roma İmparatorluğu elçiliği yapmış Sir Thomas Boleyn’in kızı Mary’ydi. Sir Thomas’ın kızları Mary ve Anne uzun süre Fransız sarayında bulunmuşlardı. “French being French”, Fransız sarayınin fazlasıyla “rahat” bir ortama sahip olduğunu biliyoruz. Mary’nin bu sarayda Kral da dahil pek çok kişiyle ilişkisi olmuştu. Anne için ise elimizde bu yönden elle tutulur çok bir şey yok. Fransız sarayı bir kadın için aynı zaman da iyi de bir okuldu. Anne burada modayı, müziği ve dansı öğrenmişti. Anne’de bir İngilizden çok bir Fransız gibiydi. Ve tabii o cazibeye de sahipti.
1520’deki gezisinde Henry’nin dikkatini çeken de adaya daha erken dönen de Anne değil Mary olmuştu. Dayanılmaz güzelliğine rağmen Anne’in kralın dikkatini çekmesi 1520’lerin ortalarında oldu. Anne orta boylu siyah saçlıydı. Benlerinin süslediği bembeyaz bir teni; parıldayan simsiyah gözleri; ince kibar dudakları; zarif bir yapısı küçük göğüsleri vardı. O narin incecik boynu, bu eşsiz manzarayı tamamlıyordu. Anne çok ama çok güzeldi[1].
16. yüzyılda soyluların evlilikleri duygusaldan ziyade siyasi nedenlere dayanırdı. Anne için de durum böyle olacak gibiydi. 1521’de Anne tümüyle siyasi sebeplerle kuzeni James Butler ile evlenmek için Catherine’in nedimesi olarak saraya döndüyse de bilinmeyen bir sebeple bu evlilik gerçekleşmedi. Anne ise sarayda cazibesi ve yetenekleriyle dikkatleri üzerine çekmeye başlamıştı.
Henry’nin eğlenceli bir sarayı vardı. Sıkılıkla içkili eğlenceli balolar düzenleniyordu. 1522 baharındaki bir maskeli piyeste Anne ve Henry de rol aldı. Kralın Kraliçeye bağlılığını anlatan bu piyeste ideal kadının 8 erdemini temsil eden Anne (sebat) de dahil 8 kadın kalede bulunuyor, kadının 8 kötü özelliğini temsil eden 8 kadın kaleyi savunuyor kral da dahil 8 şövalye de 8 kötü özelliği yenerek 8 erdemi kurtarıp piyesin sonunda dans ediyorlardı. Henry Anne’i belki de ilk kez bu kadar yanından görmüştü ve Anne bir kez gözlerine baktıktan sonra unutulacak cinsten değildi.
Bununla beraber Anne’in kralla bir geleceği olduğunu düşünmek için bir sebebi yoktu. Tersine Northumberland Kontunun veliahtı Henry Percy ile ilgileniyordu. İki Henry’de Anne’e karşı boş değildi ama biri kraldı. Anne ve Henry Percy’nin gizli nişanı Kral Henry’nin kulağına gider gitmez Kral nişanı bozdurdu ve Anne’i babasının yanına yolladı. O dönem Anne bunun sebebini anlamamıştı. Teamül olduğu üzere de birkaç ay sonra geri döndü. Döndüğünde Anne ve dayanılmaz güzelliği bu sefer de arkadaşı Thomas Whaytt’ı büyüledi. Thomas o kadar büyülenmişti ki kralla oynadıkları bir oyundaki “trash talk”ları Anne’in kimin olacağına kadar varmıştı. Bu olaydan sonra saraydan sürüldü.
“Senin için bin defa ölürüm”
“I’d die a thousand times for you“
Metreslik 16. yüzyılda şimdikinden daha itibarlı değildi ve Anne böyle bir şeyi kesinlikle reddediyordu. Kaçan kovalanır kuralı gereği de Henry Anne’e her geçen gün daha da aşık oluyor, mektuplar hediyeler ve şiirlerle onu ne kadar arzuladığını anlatıyordu. Henry’nin kafasında mesele netleşmisti. Catherine’le olan lanetli evliliğinden kurtulup bu dünyalar güzeli kadını kraliçesi yapmalıydı. 1527’nin mayıs ayında konu hakkında din adamlarından fikir almaya başlanan Kral haziranda da Catherine’e evliliklerinin ölümcül bir günah olduğunu söyleyip karısıyla arasına daha da mesafe koydu.
Herkes bilir ki Katolik inancına göre boşanma diye bir müessese yoktur. Ama tarihle ilgilenen herkes de bilir ki tanrı genellikle Monarklarla hemfikir olma eğimindedir. Kralın büyük meselesiyle (The King’s great matter) ilgili İncil’de birbiriyle çelişen iki ayet vardır. Birinde Henry’nin günah işlediği ve çocuğunun olmayacağı yazarken, diğerinde tam tersine Henry’nin tanrının emrini yerine getirdiği ve çocukları olacağı yazmaktadır. Henry önce ilkine binaen evliliğinin geçersiz ilan edilmesini daha sonra da gizlici ilk talebiyle çelişerek kardeşiyle birlikte olduğu Anne’le evlenmek için izin talep etti. İlk mesele epeyce teferruatlıydı ayrıca Catherine Şarlken’in teyzesiydi ve Şarlken Papa üzerinde çok güçlüydü.
Henry de bu süreçte saray değiştirmişti. Catherine ile aynı çatı altında kalmaya dahi tahammülü yoktu. Henry bütün vaktini Anne’le geçiriyordu. Takip eden yıllarda da zaman zaman Kraliçe pozisyonuna oturttuğu Anne’e olan aşkı güçlenmeye devam etti. Her geçen gün onu Anne’e daha çok bağlıyor ve zavallı Catherine’den daha da uzaklaştırıyordu. Kral bir keresinde Anne’e onunla evlenmek için elinden geleni yaptığını ve bu uğurda çok düşman edindiğini söyleyince Anne bir İngiltere kraliçesinin yakılacağı kehanertine atif yapıp bunun da umrunda olmadığını “Senin için bin defa ölürüm” diyerek belirtti. İkili arasındaki tutkunun boyutları eşsiz bir hal almıştı.
1530’da Papalık Kral’a açıkça Anne’den uzak durmasını söylediğinde dahi bu hiçbir etki yaratmadı. Henry Anne’e öylesine aşık olmuştu ki, bir tartışmalarından sonra Anne’in akrabalarından onları barıştırmalarını isterken ağlıyordu. Anne idaresi gerçekten zor bir kadındı ama belki de Kral’ı ona en çok bağlayan özelliği de buydu. Koca Kral gözyaşları içinde af diliyordu.
Henry artık Catherine’den gelen hediyeleri de kabul etmiyordu. Papalık Henry’ye bu defa açıkça Anne’den ayrılmasını emrettiği halde Fransa gezisine yanında onu adeta kraliçesi olarak götürdü. Tüm bu tutku ve gerginlikler 1533’de bir şekilde sonuca bağlanmak zorunda kalacaktı. Anne hamileydi.
“En Mutlu”
“The most happy”
Anne’in hamile kalması Henry’yi tüm bu meseleleri nihayetlendirmeye zorladı. 25 Ocak 1533’de Henry ve Anne Whitehall Palace’da gizlice evlendi. Evliliğin şartlar olgunlaşana kadar sır olarak kalmasında da başarılı olundu. 10 Nisan’da Kral türlü baskı be rüşvetlere ilk başta olumsuz olan parlamento görüşünü değiştirdi ve meselenin İngiltere’de karara bağlanması kararı çıktı. Yetkili mercii olan Cantebury Başpiskoposu da evliliği onayladı. Bundan sonra Anne “Kraliçe” unvanını kullanmaya başladı. Henry de soylularına ona böyle davranmalarını emretti. Kral aşkı uğruna her şeyi göze alıp Papa’ya karşı çıkmıştı. Bu her yönüyle inanılmaz bir olaydı. Anne ise 1 Haziran’da resmi törenle İngiltere Kraliçesi olarak taç giydi.
Henry Anne’e eşsiz bir aşk duyuyordu ancak Anne’in halk gözündeki imajı bundan çok uzaktı. Zaten Catherine’i seven halk ülkelerinin güvenliğini tehlikeye atan bu kadından nefret ediyordu. Ayrıca meselenin dini bir boyutu da vardı. Kral tehdit ve hediyelere etrafındakilerin sesini kesebilirdi ama Anne’i halka sevdiremezdi. Gerçi Anne aleyhinde konuşanlara ağır cezalar verdi ama halkın Anne’e duyduğu nefret baskılanabilir cinsten değildi. Zira onların gözünde Anne, Henry’nin kraliçesiydi İngilizlerin değil. İngiltere’de halkın Kral ve Kraliçenin önünde eğilip şapkalarını çıkartıp “Tanrı Kralı korusun, Tanrı Kraliçeyi korusun” demeleri adetti. Henry ve Anne için kimse bunu demedi.
Ağır kıskançlık tartışmalarının sıkça yaşandığı hamilelik süreci 7 Eylül’de bitti. Anne kız doğurdu. Henry yıkılmıştı. Tüm bunlardan sonra hala bir veliahtı yoktu. Kral derin bir hayal kırıklığı içerisindeydi. Yine de Anne’e olan ilgisi azalmadı. Hâlâ gençlerdi. Zaman vardı. Ve Anne’e hâla deliler gibi aşıktı.
1534 yazında Papalık Kraliçe olarak Catherine’i tanıdığını, Anne’in kızı Elizabeth’in meşru (lejitimit) olmadığını ve Henry’yi aforoz ettiğini ilan etti. Henry kendisi ve karısına bağlılık ve kendisinin kilisenin başı olarak tanınmasını yani Papa’nın yetkilerinin inkârını içeren bir bildiri hazırlattı. Çoğu kişi “Ya bunu imzalarsınız ya da sizi şehir meydanında yakarım” şeklinde özetlenebilecek bir tavırla yazılan bildiriyi imzalamaya zorlandı. Üstünlük Yasası (Act of Supremacy) olarak bilinen bu bildiri İngiltere tarihinde yepyeni bir sayfayı teşkil ediyordu. Anne çok zor bir karakterdi. Henry’nin pek çok şeye katlanmak için geçerli nedenleri vardı ancak sürekli hareketler ettiği saray ahalisinin yoktu. Anne’i Henry’den başka kimse sevmiyordu. Henry’yse kendisini, Anne’e ve iradesine karşı gelen herkesi, Sir Thomas More dahil, ortadan kaldırmaya mecbur hissediyordu. İngiltere çok kanlı bir değişim sürecindeydi. Anne hakkında kötü konuşmak idamlık bir olaydı. Bu süreçte Anne’den zerrece hazzetmeyen birisin ölüm haberi geldi. Catherine. Dahası zehirlenmiş gibi gözüküyordu. Halk Catherine’in yasını tutarken Henry ve yeniden hamile olan Anne bu müjdeyi haberi kutluyordu.
“Düşüşler”
1536’da her şey değişti. Spora fazlasıyla meraklı olan Kral ağır bir kaza sonucu attan düşmüş iki saat bilinçsiz kalmıştı. Haberi duyan Anne çocuğunu düşürmüştü. Çocuk erkekti. Henry düşüğe bunun sebep olduğuna inanmadı. Buna ek olarak da Anne’in nedimelerinden Jane Seymour’da Kralın dikkarini çekmeye başlamıştı. Bu olaydan sonra araları bir daha düzelmedi. Bir ülkenin kaderini değiştiren aşk bitmişti. İlişkilerinin ilk yıllarında Anne’den bir saat olsun ayrı kalamayan Henry artık onu görmeden günler geçiriyordu. Acaba Anne hakikaten ona büyü mu yapmıştı? Acaba bu evliliği de mi lanetliydi? Anne de mi erkek doğuramıyordu? Birincisinden kurtulmuştu ikincisinden kurtulmak da zor olmazdı? Hem zaten Anne’den zaten herkes nefret ediyordu.
Son kez bir araya gelmeleri 1 Mayıs 1556’da bir mızrak dövüşü seremonisi için oldu. Anne Henry’yle konuşmaya çalışınca Henry seremoniyi terk etti. Ertesi gün tutuklanan Anne kuleye götürüldü. Henry’nin başlangıçtaki niyeti Anne’i öldürmek değildi ancak ikna edilmişti ki ilk evliliğinin geçerliliğini kabul etmeden ikincisini geçersiz ilan etmesinin bir yolu yoktu. Anne’den ayrılmasının tek yolu Anne’in ölümüydü. Buna ek olarak Henry’nin bir kral olarak “güçlü” imajını koruması gerekiyordu. Anne’e yöneltilen suçlamalar Henry’nin onurunu zedeleyecek nitelikteydi. İddialara göre Anne kardeşi dahil 5 erkekle zina etmiş dahası bu adamlar kendi aralarında rekabete girmiş ona hediyeler göndermiş hatta tahta geçmek için Krala komplo kurmuşlardı, Anne Catherine’i zehirlemiş, kızı Mary’yi de zehirlemeye çalışmıştı; Anne kocası hakkında “erkekliği” de dahil pek çok konuyla dalga geçmişti. Günün sonunda Henry kani ve tutuklanmasından memnundu.
Bir zamanlar Anne Henry’nin aklını kontrol ediyordu artık kontrol Anne’ın düşmanı Cromwell’e geçmişti. Anne’in aleyhinde gerçek hiçbir delil yoktu. Sadece zani olmakla suçlanan Mark Smeaton’un işkence altında ettiği itiraf vardı. Ama işin esası ortada gerçek bir yargılama da yoktu. Önce abisi dahil herkes Anne’in görebileceği şekilde kafası kesilerek idam edildi. Mark hariç. Mark, hanged drawn qaurted adı verilen korkunç bir yolla öldürüldü.
19 Mayıs 1536’da Kraliçe Anne Boleyn kafası kesilerek idam edildi. Henry son bir jest olarak Fransa’dan usta bir cellat getirmişti. Rivayet odur ki; ölümden sonraki ilk anlarda dudakları dua etmeye devam ediyordu. Anne’in idamından 11 gün sonra ise Henry Jane Seymour ile evlendi. Anne’in suçlayıcılarından biri olan Lady Rochford idamdan 7 yıl sonra şuçlamalarının yalan olduğunu itiraf etti. “
“6 Karılı Henry”
Henry, çok istediği erkek çocuğa Jane Seymour’dan sahip oldu. Ancak Jane doğumda öldü. Daha sonra Cleves’li Anne le evlendiyse de bu gerçek bir evlilik değildi. Anne Henry’ye anlatıldığı gibi çıkamamış ancak geriye göndermek ayıp olacağı için evlendiyse de karı koca olmadılar. Henry evliliği geçersiz ilan ettirdikten sonra Anne’i kız kardeşi ilan etti ve rahat yaşamasını sağladı. Anne of Cleves için sıkça “The flanders mare” lakabı kullanılır. Belçika’ya özgü bir at cinsi olduğundan dilimize at suratlı diye çevirmek uygunsuz olmayacaktır. Henry’nin 5. Karisi Catherine Howard oldu. Catherine Kralı gerçekten aldattı son sözleri ise “Kraliçe olarak ölüyorum ama Catherine Curlpapper olarak ölmeyi yeğlerdim” oldu. Henry son olarak Cahthrine Parr ile evlendi. Henry bu evlilikten üç buçuk yıl sonra 1547’de 55 yaşında öldü. Henry’den sonra tahta çok istediği oğlu Edward çıktı ancak 6 yıl sonra öldü. Bunu kızı “Bloody Mary”nin kısa ama korkunç terör rejimi izledi. Anne’in kızı Elizabeth ise uzun ve başarılı yönetimiyle İngiltere’nin süper güçlüğüne giden yolu açtı.
Henry’nin Anne’e yazdığı, çoğu Fransızca olan mektupların, modern İngizilce versiyonlarına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Hoş bir detay olarak da Henry’nin 5. mektubun sağ altında A ve B harflerini kalp içine alıp yanlarına da H ve R(rex) yazdığını belirtmiş olalım.
Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan
Yıl 1520. Yavuz Sultan Selim’in tek oğlu Süleyman babasının vefatı üzerine herhangi bir zorlukla karşılaşmadan tahta oturur. Babası kılıç ve barutla imparatorluğu doğunun tek hâkimi haline getirmişti. Önce Safeviler sonra da Memlükler karşısında sadece 8 yıl içerisinde 3 büyük muharebeyle düşmanlarını dize getirmiş doğu Anadolu’yu, Levant’ı, Filistin’i, Mısır’ı ve kutsal toprakları fethetmişti. Süleyman’ın elinde ağzına kadar dolu bir hazine ve korkunç bir savaş makinesi, önündeyse fethedilmeyi bekleyen bir dünya vardı. Ancak agresif karakteriyle bilinen babasının aksine Süleyman son derece sakin uysal bir yapıya sahipti. Öylesine uysal bir yapısı vardı ki “Aslan öldü yerine kuzu geldi” lafı Avrupa saraylarında söylenegelecekti. Aslan mı yoksa kuzu mu olduğunu göstermesi de pek gecikmeyecekti.
Aşağı yukarı bu zamanlarda Karadeniz’in karşı kıyısında bambaşka bir dünyada bambaşka bir hikaye yaşanmaktaydı. Tam olarak bilinemese de söylence odur ki, Tatarlar yine Dinyeper Nehri kıyısında bir kasabayı basmış, papazın kızı Aleksandra’yı da kaçırmıştı. Aleksandra, etnik kökenini tam olarak bilemesek de Slavdı. Venedik elçisinin deyimiyle “non bella ma grassida”, yani güzel olmayan fakat çekici bir kızdı. Yine tam olarak bilemesek de rivayet odur ki İbrahim Paşa tarafından Süleyman’a hediye edilmişti. Bu zeki, güler yüzlü, şen şakrak, hayat dolu kızın sultanın dikkatini çekmesi de gecikmedi. Çok kısa bir süre içerisinde Süleyman bu köylü kızına deli divane aşık olmuştu. Gözü ondan başkasını görmüyordu. Aleksandra’nın aşkı sultanı ele geçirmişti. Bazı geceler Aleksandra Sultana anavatanının ezgilerini çalıyor, o çaldıkça Süleyman eriyor, aşktan başka bir şey hissetmez hale geliyordu. Süleyman büyülenmişti.
Süleyman Aleksandra’ya Farsçada güler yüzlü neşeli anlamına gelen “Hürrem” adını verdi. Hürrem de kısa süre içerisinde ihtida etti. Süleyman’ın Hürrem’e duyduğu eşine az rastlanır düşkünlük de sonuç vermekte gecikmedi. Hürrem 1521’de Mehmet’i, 1522’de Mihrimah’ı, 1523’te Abdullah’ı, 1524’te Selim’i, 1525’de de Bayezid’i doğurdu. Abdullah doğduktan 3 yıl sonda hayatını kaybetti. Süleyman Hürrem’den uzak kalamıyor, Hürrem de sultanına ardı ardına evlatlar veriyordu. Ancak tabii bu sonsuza kadar böyle devam edemezdi.
16. yüzyıl kıta Avrupası’nda damgasını vurmuş güç mücadelesi Fransa ve Habsburg’lar arasındaydı Fransa tarihin hemen her döneminde olduğu gibi güçlü bir ekonomiye ve orduya sahip olsa da etrafı sarılmış bir haldeydi. İngilizlere karşı sıkıştıklarında İskoclarla ittifak kurmak geleneksel bir politikaydı. Habsburg’lara karşı da Osmanlılarla ittifak kurmak pragmatik açıdan son derece makul olsa da Müslümanlarla ittifak kurmak çok büyük bir tabuydu. Ama tarih Kral François’ya seçim hakkı tanımadı. Kral Pavia’da esir düştü ve tarafların pek meşhur mektuplaşmaları sonucu Osmanlı-Fransa ittifakına giden yol açıldı.
Osmanlı ile son derece gergin iliskilere sahip Macaristan Krallığı hem Osmanlı ile Habsburglar arasında bir tampon bölge niteliği taşıyor hem de Şarlken ile Macar Kralı Layoş arasında aile bağları bulunuyordu. Süleyman’ın çoktandır aklında olan Macaristan’in ortadan kaldırılmasının vakti gelmişti. 1526 yazında Mohaç ovasında Osmanlı ve Macar orduları karşı karşıya geldi. 2 saatin sonunda Macaristan Krallığı diye bir şey artık yoktu. Süleyman muhteşem bir zafer kazanmıştı.
Tüm bu meşgale içerisinde dahi Hürrem bir an olsun Süleyman’ın aklından çıkmamıştı. Süleyman Hürrem’e sürekli hediyeler gönderiyor sadece bir sultan değil bir şair olduğunu da hissettirmeyi unutturmuyor Hürrem de aşkını kelimelere döküp mektuplar yolluyor, hasretin yaktığı gönüllerine böylece bir nebze olsun şu serpebiliyorlardı.
1529’da Süleyman bu sefer gözüne çok daha büyük bir hedefi kestirdi: Viyana. Viyana Habsburg imparatorluğunun en önemli merkeziydi. Sultan daha önce “beyaz şehir” diye bilinen Belgrad’ı fethetmiş, Budin’e girmişti ancak Viyana Viyana’ydı. Başarabilirse Avrupa içlerine daha da girmek için müthiş bir zıplama tahtasına sahip olacak Habsburg’lara ağır bir darbe indirmiş olacaktı. Fakat başaramadı. Süleyman’ın gücü Viyana’ya yetmemişti. Babasından devraldığı mirası çok daha ötesine taşımış ama bir sonraki adımı atamamıştı. Süleyman hiç bozuntuya vermedi. Bir mağlubiyet yokmuş gibi davrandı. Ordusu da İstanbul’da muzaffer gibi karşılandı. Süleyman da hiç değilse Hürrem’inin kollarına geri dönmüş oldu. 1531 yılında son çocukları olan Cihangir dünyaya geldi.
Hürrem Süleyman’dan çocuk doğurmuş ilk kadın değildi. Süleyman’ın ilk oğlu Mustafa’nın annesi Mahidevran vardı. Süleyman’ı Hürrem’e kaptıran ve geri almasının da mümkün olmadığını her geçen gün biraz daha hisseden Mahidevran’ın artık dayanacak gücü kalmamıştır. Ağır hakaretler eşliğinde Hürrem’e saldıran Mahidevran erkeğini, sultanını elinden alan “rus karısının” saçlarını yolar yüzünü tırmalar. Olayın akşamı Süleyman Hürrem’i ister. Hürrem’in gelmeyi reddetmesi üzerine meraklanır ve ısrar eder. Hürrem de olağanca perişanlığı ve gözyaşları içerisinde kendisini sultanın odasına atıp Mahidevran’ın kendisine yaptıklarını anlatır. Süleyman’ın okşamaya kıyamadığı saçlar yolunmuş her bir detayını ezberlediği yüz yaralar içerisindedir. Süleyman derhal Mahidevran’ı çağırtır. Mahidevran az bile yaptım diyince öfkeden deliye dönen Sultan Mahidevran’ı oğlunun yanına Manisa’ya gönderir. Artık Hürrem’den başkası yoktur.
Hürrem’in bir cariye olmadığı fazlasıyla açıktır. Süleyman ile aralarında yalnızca aşkla açıklanabilecek bir bağ vardır. Saraya başka cariyeler geldiğinde Hürrem kıskançlıktan kıyameti koparıyor Süleyman’da Hürrem’e boğun ediyordu. Pek geçmeden Hürrem “cariye” sıfatından kurtulur. Süleyman müthiş bir şölenle Hürrem’le nikahlanır. Bir padişahın bir cariyeyle nikahlanması eşsiz bir olaydır.
Süleyman’ın Vezir-i Âzam’ı İbrahim Paşa, Şehzade Mustafa’yla olan iyi ilişkileri sebebiyle Hürrem için doğal bir düşmandı. İbrahim Paşa çok yetenekli bir devlet adamı olsa da zaman zaman haddini aşan işlerde bulunuyordu, hakkında da epeyce nahoş söylentiler çıkmıştı. Safeviler’e karşı çıkılan seferde ordunun başındayken kendisi için “Sultan” unvanını kullanması da kabul edilebilir cinsten bir hareket değildi. Süleyman’ın aklından neler geçti bilemeyiz. Ama o akılda İbrahim Paşa’dan zerrece hazzetmeyen Hürrem’in kuvvetli bir etkiye sahip olduğunu biliyoruz. 1536’da 14 Mart’ı 15’ine bağlayan gece İbrahim Paşa Sultanın emriyle boğduruldu.
Süleyman hükümdarlığı boyunca çok büyük zaferler kazanmış pek çok yeri fethetmiş içeride de adaleti önceleyen politikalarıyla halkta büyük bir sevgi ve saygı uyandırmıştı. Ama ellili yaşlarına geldiğinde zamanın ne kadar acımasız bir şey olduğunu iliklerine kadar hissedecekti. Şehzade Mehmet genç yaşta vefat etmişti. Süleyman’ın üçü Hürrem’den biri de Mahidevran’dan olmak üzere 4 şehzadesi vardı. Hürrem’den olanlardan Selim “sarhoş” namıyla biliniyor pek kimsece de sevmiyordu. Bayezid dikkat çeken bir profil değildi. Cihangir ise kişilik olarak çok methedilmesine rağmen sakattı ve tahta geçme şansı yoktu. Öte yandan Mahidevran’dan olan cesaret ve cömertliğiyle bilinen Mustafa’ya yönelik hem Yeniçerilerden hem de halktan müthiş bir sevgi seli vardı. Herkes babasının ardından onun tahta geçmesini isterken bu iş için sultanın ölümünü bekleyemeyecek kadar sabırsız olanların olduğu korkusu Süleyman’ın aklını rahat bırakmıyordu. Dedesi II. Bayezid babası Yavuz Sultan Selim tarafından indirilmiş ve şüpheli bir şekilde ölmüştü. Sultan Süleymen’ın dedesinin akıbeti paylaşmaya hiç niyeti yoktu.
Hürrem tahta kendi oğullarından birinin geçmesini istediğinden Mustafa ile doğal düşmanlardı. Kızını evlendirdiği Rüstem Paşa’yla beraber Mustafa aleyhinde ellerinden geleni ardlarına koymadan çalışıyorlardı. En nihayetinde çabaları sonuç verdi. Sultan Süleyman, paranoyalarına yenik düşüp oğluna kıydı. Halk ve Yeniçerilerin koca sultana tepki verecek gücü yoktu ama Hürrem’e duyulan nefret adeta elle tutulur bir yoğunluğa ulaşmıştı. Onlara göre Rus cadısı, Sultanı büyü ve yalanlarıyla evlat katili yapmıştı. Mazlum şehzade Mustafa’nın ardından çok ağıtlar yakıldı çok gözyaşı döküldü. Kendisine “Acaba sarhoş selim değil de o tahta geçse ne olurdu” diye sorulmamış doktırtarihçi yoktur herhalde. En son dönem dizisi muhteşem yüzyılda olayın geçtiği bölümün ardından mazlum şehzadenin türbesi restorasyon nedeniyle kapalı olmasına rağmen ziyaretçi akınına uğradı.
Süleyman uzun bir hayat yaşadı. Çok yaşayanlar çok felaket görürler sözünü de doğrular acılar çekti. Zaferden zafere koşturduğu askerlerinin, biricik oğlunun, “dostu” İbrahim’in “ihanetlerini” gördü. 1558’de çıktıkları Edirne gezisinde zaten bir süredir ağrıları olan Hürrem’in durumu ağırlaştı. Hekimlerin çabaları da dualar da fayda etmedi. Dünyanın en güçlü adamı çaresizce; delice sevdiği, uğruna dünyaları yakacağı kadının ölümünü seyretti. Sultanı, hayatı, uğruna yaşadığı, miski, sevinci, sırdaşı dünyası kolları arasında can verdi. Her şeyin sahibi olan adam bir nefesle her şeyini kaybetti.
1566’da Süleyman’ın hasta olmasına rağmen “ben daha ölmedim” demek için çıktığı Zigetvar seferinde durumu ağırlaştı. Padişah 71 yaşındaydı. Artık onun zamanından da pek bir şey kalmamıştı. İbrahim, Mustafa, Hürrem, Abdullah, Mehmet, Cihangir, Francois ve Şarlken hepsi terk-i diyar eylemişlerdi. 6 Eylül’ü 7’sine bağlayan gece Bağdat ve Belgrad’ın fatihi, Mohaç ve Tebriz muzafferi üç kıta ve 7 iklimin sultanı “Muhteşem Süleyman”, ardında koca bir imparatorluk ve tarihe geçen bir aşk bırakarak son nefesini verdi.
Hürrem sadece çocuklarını korumaya çalışan bir anne miydi yoksa padişahı büyüleyen bir cadı miydi? Süleyman bir padişah olarak yapmak zorunda olduğunu mu yaptı yoksa bir kadının entrikaları yüzünden kendi oğluna kıyıp imparatorluğu yetersiz ellere mi teslim etti? Anne evli bir erkeği baştan çıkaran muhteris bir kadın miydi yoksa yanlış erkek tarafından sevilen bir mazlum mu? Henry sevdikleri ve inandıkları uğruna ülkesini büyük zorluklara karşın doğru yola sokan bir reformist miydi yoksa uçkurunun dikine ülke yöneten gaddar bir tiran mi? Bunlar bugün dahi cevabını bulmakta zorlandığımız sorular ancak şunu biliyoruz ki tüm bunların cevabını bize gösterecek, dünyayı tüm hirs ve ameller kadar hatta belki hepsinden çok değiştirmiş yegane mefhum aşktır.
“Omnia vincit amor nos cedamus amori”
“Aşk her şeyi fetheder aşka teslim olalım“
Yazar: Kağan Şahin
Dipnot:
[1] Dönemin Venedik elçisinin Anne’i “çok güzel” bulduğunu biliyoruz ve ten rengi meselesinde de, Viktoryen dönem kadar olmasa da o dönemde de ten rengi açmak için bazı maddelerin kullanıldığını biliyoruz. Dolayısıyla Anne de sülfür ve safran kullanmış olabilir.
Kaynakça:
Andre Clot, Muhteşem Süleyman: Osmanlı’nın Altı Çağı, Epilson Yayıncılık, 2005.
Erhan Afyoncu, Muhteşem Süleyman, Yeditepe Yayınevi, 2011
Marina Buzzoni ve Marco Infurna, The Love Letters of Henry VIII to Anne Boleyn, Universita Ca’Foscari Venezia, 2017
Amber Gibson, Thomas More, Thomas Cranmer and
the King’s Great Matter, University of Otago, 2015
Petraq Buka, The Rise and Fall of Anne Boleyn, Tirana University, 2015