Çin, tarih boyunca diğer coğrafyalara ve uluslara nazaran her zaman kendine has özellikler barındırmıştır. Çin’in benzersizliği, Henry Kissinger’ın ifadesiyle bizzat yani başlangıcıyla karşımıza çıkar. Zira pek çok kişi için Çin ezelidir ve Çin’in diğer uluslara nazaran bir başlangıcı yok gibi görünür.[1] Orijininden başlayan bu benzersizlikler çağlar boyu devam eder ve 19. yüzyılın başına, ele alacağımız konuya kadar uzanır. Nitekim Afyon Savaşları’nı diğer sömürgecilik için yapılan savaşlardan ayıran husus Çin’in ekonomik yapısının benzersiz olmasıdır. Bu konuda Çin’e has olan şey herhangi bir ulus ile girdiği ticaret ilişkisinde daima cari (ticari) fazla vermesidir. Öyle ki, dünya üretiminin %38’ini tek başına gerçekleştiren bu büyük ülke, 18. ve 19. yüzyıl başlarında Avrupa’nın fabrikası niteliğindeki Britanya’yla yaptığı ticarette dahi cari fazla vermiştir.[2] Aynı tarihte, Britanya’ya “Avrupa’nın Fabrikası” unvanını kazandıran üretimin dünya genelindeki üretim içerisindeki payının %5 olduğunu düşündüğümüzde[3] Çin’in ne denli büyük bir ülke olduğu anlaşılabilir. İmparatora atfedilen bir mektupta da net ve kesin bir şekilde ifade edildiği gibi Çin, dış dünya ile herhangi bir ticari faaliyette bulunmadan da varlığını sürdürebilirdi:
“[Çin, kendi ürettiğine karşılık] barbarların (yani Avrupalıların) ürünlerini ithal etme ihtiyacı duymamaktadır. Fakat Kutsal İmparatorluğumuzun ürettiği çay, ipek ve porselen Avrupalı ulusların ve sizlerin vazgeçilmez ihtiyaçları olduğundan, iyilik göstergesi olarak istekleriniz karşılansın ve ülkeniz ihsanımızdan yararlansın diye yabancı hongların (tüccarların) Kanton’da kalmasına izin verdik. [parantez vurgular bize ait (e.n.)]”[4]
Çin’in dış dünya ile olan nispeten daha izole ilişkileri de bu bağlamda açıklanabilir. Gerek Coğrafi Keşifler ile gerekse de Yeni Çağ’da sömürgeciliğin yayılması gibi diğer ulusları kendi dış dünyalarıyla etkileşime sokan bu ihtiyaç giderme dürtüsü Çin için söz konusu değildir. Zira dönem dönem Afrika gibi bölgelere yapılan keşiflerin ve kurulan temasların kalıcı olmamasının altında yatan sebeplerden biri olması muhtemeledir.[5] Tabii bu dışa kapalılığın birden fazla sebebi olduğu şüphesizdir. Mesela Michael Mann’ın ileri sürdüğü tezlerden birisi ülkenin daima göçebe tehdidi ile yaşamasıdır.[6] Bu tezler çoğaltılabilir fakat bunu yapmak bu yazının kapsamı dışında olduğu için bu meseleyi burada bırakacağız. Vurgulamak istediğimiz mesele, 18. yüzyıl sonlarında ve 19. yüzyıl başlarında karşımızda kendi kendine yetebilen, dışarısıyla münasebette bulunmak istemeyen ve buna ihtiyacı da olmayan, girdiği her ticari ilişkiden cari fazlalar elde eden bir Çin’in varlığıdır.
İşte Britanya ticari anlamda Çin’i keşfettiğinde daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığı bir şey ile karşı karşıyaydı. Zira Hindistan gibi kalabalık bir ülkeyi bile sömürgeleştirebilmiş, askeri ve diplomatik gücünün yetmediği yerde de -Osmanlı örneğinde olduğu gibi- en azından gümrük vergilerini kendi lehine %3 gibi seviyelere indirebilmiş[7] “her şeye muktedir bir güç” olan Britanya’nın Çin ile karşılaştığında hangi şartlarda olursa olsun kârlı çıktığı bir ticaret mümkün gözükmüyordu. Bu zamana kadar “serbest ticaret” dinine inanan[8] ve ülkeleri kudretli donanmasıyla serbest ticarete açan Britanya Çin kayasına toslamıştı.[9] Fakat bu “her şeye muktedir güç” tabii kârlı bir ticarete giden yolu açma kudretini de kendinde bulacaktı. Bu da tam olarak Afyon Savaşları’nın hikayesi olacaktı.
Fatih Karaman
Dünya tarihinde meydana gelmiş olan muhtelif savaşların yorumlanması çoğunlukla neden ve sonuç ilişkisi etrafında gelişmiştir. Ancak bir savaşı anlatırken en önemli kısmın süreci meydana getiren gelişmelerin detaylı şekilde verilmesidir. Ele alacağımız konu olan Afyon Savaşları’nda da bu yolu izlemenin oldukça yerinde olacağının kanaatindeyim. Bunun en büyük sebebi Avrupalı bir güç olan Britanya ile Asya’da oldukça geniş bir toprak hacmine sahip olan Çin’in nasıl karşı karşıya geldiğini daha iyi anlamamız içindir. Ancak Britanya’yı Avrupalı bir güç olarak değerlendirirken bir hususa oldukça dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu husus, adanın 19. yüzyılda hiçbir dönemde olmadığı kadar küresel bir yapıya kavuşmuş olmasıdır. Bu küreselliği ile Avrupalı bir devlet olmanın çok ilerisine değerlendirilmesi gerekmektedir. Britanya’nın 19. yüzyıldaki bu durumunu belirtmenin İmparatorluk döneminin sinir uçlarını taksim etmek konusunda oldukça önemli bir yere sahip olduğunun kanaatindeyim. Yazımızda Afyon Savaşları’nın bu eksen etrafında nasıl şekillendiğini ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.
Afyon Savaşları’ndan önce Britanya’nın konumu ile ilgili önemli kırılma noktalarından bahsetmenin yazımız için ehemmiyeti oldukça önemlidir. Britanya Adası’nın 19. yüzyıldaki gelişmeleri hakkında okuma yaptığımız zaman karşımıza çıkan ilk iki önemli tarih 21 Ekim 1805 yılında meydana gelen ve Britanya’nın zaferi ile son bulan Trafalgar Deniz Muharebesi ve 1815 yılında Napolyon’un iktidardan düşerek sürgüne gitmesidir. İlk olarak Trafalgar’da kazanılan zaferin Britanya’nın 19. yüzyıldaki meydana getirecek olduğu geniş imparatorluğun ilk kıvılcımı olarak nitelendirilmesidir. Bunun sebebi savaşın sonucunda Britanya donanmasına rakip bir gücün ortada kalmamasıdır. İkincisi Napolyon’un iktidardan düşmesi ile Avrupa’da meydana gelen barış ortamıdır. Bu dönem “Avrupa İttifakı” olarak adlandırılmış ve 1815 ile 1848 yılları arasını kapsamıştır. Değindiğimiz noktaların ortak sonucu Britanya’nın Fransız tehdidinden büyük ölçüde kurtulmuş olması ve Avrupa içerisinde meydana gelen barış döneminin Britanya’nın emperyal amaçlarına ortam sağlamış olmasıdır.[10] Aslında bu durumun bütün Avrupa ülkeleri için geçerli olduğunu söylemek zorundayız. Hiçbir Avrupa ülkesi kıta içerisindeki sınırlarını güvence altına almadan küresel anlamda yayılma fırsatını elde edemezdi. Bu yüzden Avrupa’nın emperyalizminde 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyılın başında ciddi ölçüde aksama meydana geldiğini söyleyebiliriz.[11] Napolyon düştükten sonra Avrupa’da sürekli ittifakların kurulmasının en temel sebebi de bu mesele olmuştur. Bu yüzden 21 Ekim 1805 tarihinde kazanılan Trafalgar zaferini II. Viyana kongresi ile taçlandırmanın oldukça yerinde olacağının kanaatindeyim. Çünkü kongre bu zaferin başarısını tanıyan bir niteliğe sahiptir ve Britanya’nın Avrupa içerisindeki konumunu göstermektedir.
Viyana Kongresi’nden sonra Britanya’nın bir reform süreci içerisine girdiğini görmekteyiz. 1815 ile 1832 yılları arasını kapsayan bu reform sürecinin en temel amacı Napolyon Savaşları’ndan sonra elde edilen başarıların korunmasıdır. Bu dönüşümü idari, sosyal ve ekonomik yönden detaylı bir şekilde almak ise başlı başına bir kitap konusudur. Bu yüzden yazımızın ana ekseni etrafından çıkmadan Britanya’nın değişim sürecinden kısa bir şekilde bahsetmek zorunda kalacağız. İdari ile sosyal yapının geçirmiş olduğu bu sürecin yanında asıl değinmemiz gereken meselenin adanın liberal bir zemin üzerinden sanayileşme yoluna giden sürecini ele almak olmalıdır. Bu dönüşüme “Sanayi Devrimi” adı verilmiş olmasına rağmen tarihçiler arasında sürekli olarak bir tartışma konusu olmuştur. Ancak şunu belirtmemiz gerekir ki insanlık tarihinde Tarım Devrimi’nden sonra meydana gelmiş en önemli gelişme sanayi çağının başlaması ve bu sürecin başında Britanya’nın olmasıdır.
Konumuzun ehemmiyeti açısından sanayileşme sürecine değinmemizin yegâne sebebi Britanya’nın ekonomik anlamda nasıl bir değişim geçirdiğini görmemiz içindir. John M. Hobson bu süreci “Sanayileşme sürecindeki İngiltere’nin geleneksel imajı gerek kozmopolit gerekse liberal açıdan serbest ticaretin cenneti olarak tanımlanabilir.”[12] şeklinde değerlendirmeye almıştır. Aslında Hobson’un değerlendirmesinde yer alan liberalizm vurgusuna İngiltere içerisinde yer alan tüketim seviyesinin ne derece yoğun olduğundan bahsetmek oldukça önemlidir. Bunun sebebi İngiltere içerisinde yer alan tüketim fazlalığının Sanayi devriminden önce meydana gelmiş olmasıdır. Bu konuda hatırlanması gereken en önemli isimlerden birisi Daniel Defoe’dir. Kendisi The Complete English Tradesman (1725) adlı eserinin içerisinde İngiltere’nin tüketim seviyesine şu şekilde bir değerlendirme getirmiştir:
“İngiltere, dünyanın diğer bütün ülkelerine oranla üretildikleri ya da işlendikleri çeşitli ülkelerden ithal edilen yabancı kökenli malları, daha fazla tüketiyor. … Bu ithalat, esas olarak şeker ve tütünden oluşuyor; Büyük Britanya’da bunların tüketimi, pamuk, çivit, pirinç, zencefil, pimento ya da Jamaika kırmızı biberi, kakao ya da çikolata, rom ve melas tüketiminin yanında pek akıl erdirilecek gibi değildir…”[13]
Defoe bu kısmı kaleme aldığı zamanda daha İngiltere, İskoçya ile yeni birleşmişti (1707) ve Büyük Britanya olarak anılmaya başlamıştı. Henüz İmparatorluk olmaktan çok uzan olan bu ada ülkesindeki tüketimin bu derece fazla olması aslında sanayileşme dönemine doğru yeni bir anlayış geliştirmemize olanak sağlamaktadır. Defoe’nun eserinin içerisinde en çok vurgu yapılan kısmın şeker ve çay olduğunu görmekteyiz. Bunun çeşitli sebepleri üzerinde çalışmalar mevcuttur ancak bizim ele almamız gereken kısım İngilizlerin bireysel yaşamlarına olan düşkünlükleri ve tükettikleri şeylerden almış oldukları mutluluk hissi olacaktır. Buna değinmemizdeki sebep günümüz dahil olmak üzere insan ırkının geçmiş tarihinde tükettikleri ürünlerden mutluluk ve rahatlama hissini elde etmesidir.[14] Bu hususta karşımıza çıkan üç alkaloid (herhangi bir bitki tarafından üretilen kimyasal bileşen) molekülün ön plana çıktığını görmekteyiz. Bunlar sırasıyla, haşhaştan elde edilen morfin, tütündeki nikotin ile çay, kahve ve kakaodaki kafeindir.[15] Ancak konumuzu Britanya sınırları içerisinde tuttuğumuz zaman 18. ve 19. yüzyılda en fazla mutluluk hissi veren ürünlerin şeker, kafein ve çay olduğunu görmekteyiz. Şekere karşı İngiliz halkının bu derece rağbet göstermesinin yegâne sebebi şekerin kafein ile karıştırılarak içilmesiydi. Bu sayede İngiliz sanatçılarının birçoğu zihnin açıldığını ve yaratıcılık arzusunun geliştiğini ileri sürmüştür. Saymış olduğumuz her ürün ithal elde ediliyordu ve zirveyi bu ürünler içerisinden şeker temsil ediyordu. Öyle ki 1750 ile 1820 yılları arasında Britanya genelinde en fazla ithal edilen ürün şeker olmuştur. Britanya genelinde tüketilen şekerin Fransa’dan on kat fazla (2 libreye karşılık 20 libre)[16] olduğunu göz önüne aldığımız zaman İngiltere’nin mutluluk olarak gördüğü bu ürünlere ne kadar önem verdiğini anlayabiliriz. Ancak bu ürünlerin arasından en fazla değinmemiz gerekenin çay olması gerektiğini söylemem lazım. Bunun sebebi İngiltere’de çay tüketiminde olan fazlalığın tarihi şekere olan rağbetten öncesine dayanmasıdır. 31 Aralık 1600 yılında kurulan Doğu Hindistan Ticaret Şirketi’nin Japon Adası olan Hirado’dan getirmiş olduğu çayların İngiltere’ye doğru yola çıkması sonucunda ciddi bir rağbetin arttığını söyleyebiliriz. II. Charles’ın hükümdarlığı (1660-1685) zamanında çay sadece Londra’nın önde gelen zenginleri tarafından tüketilebiliyordu ancak tüketim oranı o kadar fazla artış göstermişti ki III. George’un döneminde (1760-1820) çayı Britanya içerisinde yer alan bütün halk içebiliyordu. Hatta çay tüketimi öyle bir hale gelmişti ki alkollü içki ve biralara rakip bir konumda yer alıyordu.[17] 1658 yılına geldiğimiz zaman ise çayın İngiltere genelinde reklamlarının yapıldığını görmekteyiz. Bu tarih aynı zamanda İngiltere genelinde çayın milli içecek olarak adlandırıldığı dönem olma özelliğine sahiptir. Ancak çay tüketimi konusunda en önemli dönemin 18. yüzyıl başı olduğunu belirtmemiz lazımdır. Daha yüzyılın başında Londra’ya 65.000 librelik çay ithali yapılırken tüketim seviyesi anormal bir şekilde artış gösterdi ve 1746 ile 1750 yılları arasındaki bu dört yıllık zamanda tüm Britanya genelinde 2,5 milyon librelik çay ithali gerçekleşti. Bu oranlar sayesinde Britanya genelinde tüketilen ürünlerin sanayileşme dönemi öncesinde hangi seviyede olduğunu daha iyi taksim edebiliyoruz. Aslında konumuza bu noktada giriş yapmamız oldukça yerinde olacaktır. Çünkü çayı, şekeri, kafeini ve tütünü böylesine tüketen bir ada ülkesi için Asya ticaretinin ne derece önemli olduğuna vurgu yapabiliriz.
Hatırlarsınız John M. Hobson’un bir cümlesine atıfta bulunarak sanayileşme sonrası Britanya şehirlerinin Londra başta olmak üzere kozmopolitleştiğine değinmiştik. Bu kozmopolit hâlin Kraliçe Victoria döneminde daha belirgin hale geldiğini söyleyebiliriz. Başkent Londra’nın 1700 yılında 674.000 olan nüfusu 1820 yılına geldiğimiz zaman 1.274.000’i bulmuştur.[18] Aynı zamanda 1800 ile 1840 yılları arasında Britanya genelinde doğum oranlarının ölüm oranların oldukça üstüne çıktığını göz önünde bulundurursak ülke geneli içerisinde ithal ürünlerin tüketimi konusunda oldukça büyük bir pazarın meydana geldiğini söyleyebiliriz. Elbette ithal ürünlerin başında Çay’ın gelmesi Britanya’nın Doğu Hindistan Şirketi üzerinden Çin ile Yaptığı ticareti ilerletmesine sebebiyet vermiştir.
Britanya ile Çin arasındaki ticari ilişkilerini Doğu Hindistan Ticaret şirketi üzerinden 1694 yılında başladığı bilinmektedir. Ancak iki ülke arasındaki ticaretin geliştirilmesi adına en önemli tarihin 1793 yılı olduğunu söylemeliyiz. Bu tarihte Pekin’e gelen Lord Macartney İmparator Ch’ien-Lung’a (乾隆帝) Kral III. George’un yazmış olduğu mektubu teslim etmiştir. Ancak İmparator bu ilişkilerin ticari boyutta gelişmesine sıcak bakmadığını III. George Yazmış olduğu mektupta şu şekilde dile getirmiştir:
“Elçinizin de kendisi görebileceği üzere her şeye sahibiz. Objelere garip ya da pratik olarak hiçbir değer biçmem ve sizin ülkenizin malları işimize yaramaz.”[19]
Bu aslında Çin’in Avrupalı devletlere karşı ticaret alanlarını güvence altında tutmasının başka bir göstergesi niteliğindedir. Ancak en başta değindiğimiz gibi Britanya, Napolyon Savaşlarından sonra Avrupa içerisindeki barış dönemini emperyal emelleri uğrunda iyi bir şekilde değerlendirmek isteği içerisine girmiştir. Çayın, şekerin ve tütünün bu denli hızlı tüketildiği Britanya için Çin’den gelen ithal ürünler son derece önem arz etmektedir. Bu yüzden Hindistan üzerinden Çin’e ithalatı gerçekleştirilecek ürünlerin maliyetinin son derece düşük ve kazançlı olması gerektiği düşüncesi meydana gelmiştir. Bu doğrultuda Doğu Asya’da “Altın Üçgen” olarak adlandırılan Burma, Laos ve Tayland bölgelerinde yetişen afyon Britanya’nın Çin’e ihracatının en kilit kısmını oluşturacaktır.
Grafik 1: 1730 ile 1832 yılı arasında Doğu Hindistan Ticaret Şirketi’nin Çin’e yapmış olduğu Afyon ihracatı. İan Morris, ‘’Dünyaya Neden Batı Hükmediyor? (Şimdilik)’’, s. 597.