19. yüzyılın sonlarında Balkanlarda patlayan bir kriz Britanya’da büyük yankı buldu. Bu kriz; 1875-1878 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan topraklarındaki azınlıkların arka arkaya çıkardıkları ayaklanmalar neticesinde bölgenin hızla istikrarsızlığa sürüklendiği Büyük Doğu Buhranı olarak adlandırılan krizdir. Bu büyük kriz dönemi Osmanlı ve Rusya arasında 93 Harbine sebep olacak ve nihayetinde Avrupalı diğer büyük güçlerin müdahalesiyle Berlin Anlaşması’nın imzalanmasıyla son bulacaktır. Bu yazının konusu ise, bu buhranın ve paralel olarak Avrupa’da değişen güçler dengesinin, iki tarihi müttefik olan Britanya ve Osmanlı İmparatorlukları arasında nasıl bir kırılma yarattığının Britanya İmparatorluğu perspektifinden bakışıdır ve Britanya’nın yaşadığı yol ayrımıdır.
İki ülkenin iyi ilişkilerinin tarihsel kökleri 16.yüzyıla dayanır. İngiltere Krallığı Anglikan mezhebini kurup Roma Katolik Kilisesine karşı isyan bayrağı çektikten sonra doğal olarak Katolik ülkelerle, özellikle kendini Katolik inancın hamisi olarak gören dönemin yükselen gücü İspanyol İmparatorluğu ile ilişkileri gerildi. Bu sebeple dönemin diğer büyük gücü Müslüman Osmanlı İmparatorluğu ile ortak düşman İspanya’ya karşı yakınlaştı. Zaten Osmanlı çıkarları gereği Avrupa’da Roma Katolik Kilisesi’ne yönelik her muhalefeti desteklemeye çalışıyordu. Nitekim İspanya’nın İngiltere’ye karşı “Yenilmez Armada” ile gerçekleştirdiği meşhur işgal girişiminde Osmanlı elinden geldiğince İngiltere’yi desteklemiştir. Daha sonra İngiltere Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki vasal devletleri ile de ilişkilerini genişletmiş ve hem içerdeki Katolik muhalefete hem de Avrupa’daki Katolik rakiplerine karşı önemli bir avantaj elde etmiştir.
İngiltere’nin ilerleyen dönemlerde coğrafi keşiflerle birlikte iyice güçlenmesi ve Hindistan’ı kontrol altına alması ilişkileri daha önemli bir boyuta taşımıştır. Osmanlı’nın jeopolitik konumu İngiltere için çok daha önemli hale gelmiş ve ilişkiler bu sebeple çok daha fazla gelişmiştir. Meşhur Fransız general Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı işgal girişiminde Horatio Nelson komutasındaki İngiliz Donanmasının Osmanlı’ya verdiği destek Napolyon’un Osmanlı topraklarından püskürtülmesinde kritik öneme sahiptir.
Napolyon Savaşları’ndan sonra Avrupa’da en büyük iki güç haline gelen Britanya ve Rusya’nın rekabetinde Osmanlı yine kritik öneme sahip olmuştur. Ortak düşman Rusya’ya karşı iki ülke beraber hareket etmiş ve Kırım Savaşı’nda Britanya, Rusya’ya karşı Osmanlı’ya askeri destek verme noktasına kadar gitmiştir. Bu hareket çok önemlidir zira Britanya Napolyon Savaşları’ndan itibaren 38 yıl sonra ilk defa Avrupa’da yaşanan bir savaşa aktif bir şekilde askeri gücüyle dahil olmuştur. Bu durum bize Osmanlı’nın güvenliğinin Britanya dış politikası için ne kadar önemli olduğunu gösterir. Fakat Kırım Savaşı’ndan sonra zayıflamaya başlayan Rusya’nın boşluğunu Orta Avrupa’da yeni yükselen bir güç olan Almanya’nın doldurmaya başlaması, ilişkileri, iki tarafın da sorgulayacağı bir noktaya taşımaya başlamıştır. Nitekim Britanya Başbakanı Benjamin Disraeli Alman İmparatorluğu’nun kuruluşunu şöyle değerlendirecektir:
“Fransız Devriminden daha büyük bir siyasi hadise niteliğindeki Alman Devrimini temsil eden şey savaştır. Artık yeni bir dünya, etkisini gösteren yeni etkiler, baş edilmesi gereken yeni tehlikeler ve unsurlar vardır. Güçler dengesi bütünüyle yerle bir olmuştur.” [1]
Dengelerin bu denli değişmesi şüphesiz iki ülkenin alması gereken pozisyonları tekrar sorgulamalarına neden olacaktır. Tam da belirsizlik döneminde patlayan Büyük Doğu Buhranı, iki imparatorluğun ilişkilerinde büyük bir kırılma yaratacak ve bu kırılma Britanya İmparatorluğu’nun hem iç hem de dış siyasetine güçlü bir şekilde yansıyacaktı.
Britanya’nın siyasi durumuna geçmeden önce o dönemki rejimi kısaca bir tanıtmak gerekir. Britanya’nın o dönemki rejimi ile günümüzdeki rejimi arasında biçimsel farklar çok azdır. Yine çift kamaralı güçlü bir parlamentoya sahip olan meşruti bir monarşi rejimi mevcuttu. Günümüzdeki kadar olmasa da Avam Kamarası o dönem Lordlar Kamarası’na nazaran daha baskındı. Kraliçe Victoria’nın tahtta olduğu dönemde günümüzdekine benzer bir şekilde iki partinin egemen olduğu bir durum söz konusuydu. Muhafazakar Parti o dönemde de terazinin bir tarafında iken günümüzdeki İşçi Partisi’nin aksine o dönemki rakibi Liberal Parti’ydi. Muhafazakarlar ve Liberaller arasındaki çekişme siyasetin merkezinde yer alıyordu.
Victoria devri dendiğinde akla iki ünlü politikacı gelir. Muhafazakarların lideri Benjamin Disraeli ve Liberallerin lideri William Gladstone. Bu iki ünlü politikacının rekabeti döneme damga vurmuştur. Aralarındaki en büyük çatışmalardan biri de şüphesiz Şark Meselesi ve Osmanlıya karşı bakışlarıydı. Bu iki profili biraz daha yakından incelemek yazıyı anlamamıza daha fazla katkı sağlayacaktır.
Gladstone ve Disraeli’yi temsil eden dönem karikatürü.
Ünlü tarihçi İlber Ortaylı Disraeli’yi “Türkofil” (Türk dostu) olarak tanımlar.[2] Disraeli’nin bu özelliğe sahip olmasında bazı araştırmacılar kökeninin İspanyada zulme uğrayan Sefarad Yahudilerinden olmasının etkili olduğunu söyler. Disraeli’nin kendisi ise kökenini şöyle tanımlıyor:
“Büyük babam, XV. yüzyılın sonlarında İber Yarımadası’ndan Engizisyon tarafından göçe zorlanan Yahudi ailelerin soyundandır. Onlara, görülmemiş yargılamalar boyunca dayanma gücü veren ve duyulmamış tehlikelerden koruyan Yakup’un tanrısına olan minnettarlıklarından dolayı, ırkları tanınsın diye, daha önce ve daha sonra hiçbir aile tarafından kullanılmayan Disraeli ismini aldılar. Büyük babam, ticari ve dini özgürlükler nedeniyle dikkatini çeken İngiltere’ye 1748 yılında gelerek İngiliz vatandaşı oldu” [3]
Disraeli’nin kökeni aslında politik kariyeri için engel teşkil ediyordu. Dönemin Britanya yasalarına göre Anglikan olmayanlar politikaya atılamıyordu. Fakat ailesi ilerde sıkıntılar yaşamamak adına kendisini vaftiz ettirmişti. [4] Bu engeli bu sayede aşmış olsa da kökeni politik kariyeri boyunca kendisinin peşini asla bırakmayacaktı. Buna bir örnek olarak İngiliz tarihçi Edward Freeman’ın kitaplarından bir tanesinde bu konuya yönelik söylediği şu sözleri gösterebiliriz:
“İngiltere’nin politikası ve Avrupa’nın refahı Yahudi hislerine kurban edilmemeli. İngiltere’nin ve Avrupa’nın Yahudi bir siyaset ile yönetilmesine izin veremeyiz. Disraeli Türk’ün aktif dostudur. Bu ittifak tüm Avrupa boyunca görülmektedir. Tüm doğuda Türk ve Yahudi, Hristiyan’a karşı işbirliği içindedir.”[5]
Bu sözlerden de görüldüğü üzere o dönemde İngiliz kamuoyunun bir kesiminde Türk ve Yahudi ortak düşman olarak görülüyordu. Hristiyanlar bu iki toplumun ittifakına karşı teyakkuz halinde olmalıydı. Bu minvalde o dönemden kalma birçok yazı bulmak mümkündür. Sonuç olarak Disraeli’nin Yahudi kökeni Türk dostu politikalarının sebebi olarak görülüyor ve muhalifleri tarafından ağır bir şekilde eleştiriliyordu. Rakibi Gladstone’nun bu konudaki propaganda başarısının yarattığı hava da elbette ki inkar edilemez. Bir sonraki paragrafta ise bu hususa değineceğiz.
Gladstone ise göçmenlerin yoğun yaşadığı Liverpool’da doğmuştur. Ailesi İskoç kökenlidir. [6] Aslında İngiltere’nin 19. yüzyılına damga vurmuş iki büyük politik rakibin birinin Yahudi birinin İskoç olması bir hayli ilginçtir. Dindar bir anneye sahip olan Gladstone’nun kendisinin de dindar bir Hristiyan olarak yetiştiği ve yaşadığı belirtilir. Eton Koleji ve Oxford’daki eğitimi sırasında din konusuna da ayrıca önem vermiştir. Bu yıllarda Gladstone, İncil okumalarını aksatmamış ve Oxford Movement olarak anılan, kilise değerlerini koruyup kollayan özel bir harekete katılmıştır.[7]
Gladstone Disraeli’nin aksine Türk düşmanı olarak bilinir. Ayrıca Disraeli ile arasında amansız bir rekabet vardır. Aralarındaki rekabet partilerinin zirvesine tırmanmadan çok önce başlamıştır. İkisi de hem mecliste hem de kabinede görev aldıkları dönemde birbirlerine eleştiriler yöneltmiştir. O dönemde yaşayan İngiliz politikacı James Bryce bu rekabeti “Ölüme kadar devam edecek bir düello” olarak tanımlar. Nitekim tarih haksız çıkmadığını göstermiştir.
1867 yılında Liberal Partinin zirvesine oturan Gladstone muhalefet liderliğini üstlenerek bu rekabette bir adım öne geçmiştir. [8] Fakat Şubat 1868’de iktidardaki Muhafazakarların 1868 yılında başına geçerek başbakan olan Disraeli rekabette zirveye ilk tırmanan kişi olmuştur. [9] Disraeli’nin 9 aylık iktidarından sonra gerçekleşen, ikilinin arasındaki ilk düello olan 1868 seçimlerinin galibi Gladstone olmuştur. 658 sandalyeye sahip Avam Kamarasında 387 sandalye ile net bir çoğunluk elde eden Gladstone’a karşı Disraeli 271 sandalyede kalmıştır.
868 seçimleri sonucunda oluşan Avam Kamarası dağılımı.
6 yıl süren Gladstone iktidarı ve Disraeli muhalefetinden sonra gerçekleşen ikinci düello ise 1874 seçimleridir. Bu seçimlerde 652 sandalyeye sahip Avam Kamarasında partisinin sandalye sayısını 350’ye çıkaran Disraeli’ye karşı Gladstone sadece 242 sandalye çıkarabilmiş ve iktidarı kaybederek muhalefete düşmüştür. [11] Bu tarihten itibaren Gladstone hırçın bir muhalefete başlamış ve Disraeli’nin yumuşak karnı olarak gördüğü “Türkofilliğini” en ağır bir şekilde eleştirmiştir. Hatta bu konuda o kadar ileri gitmiştir ki Türkleri “insanlığın dev bir insanlık dışı örneği” olarak tanımlamış, Osmanlı hükümeti için ise 1876 yılında şu ifadeleri kullanmıştır:
“Hiçbir hükûmetin işlemediği kadar günah işlemiş, hiçbir hükûmet onun kadar günahkârlığa saplanmamış, hiçbiri onun kadar değişime kapalı olmamıştır.” [12]
Gladstone Osmanlı hükümetinin Bulgar İsyanları’ndaki tutumunu insanlık dışı olarak değerlendiriyor, Bulgarların yaşadıklarını terör olarak nitelendiriyordu. Bu tutum aslında Britanya’nın klasik dış politika normlarına karşı açıkça bir meydan okumaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşaması o güne kadar Britanyalı devlet adamları tarafından Britanya İmparatorluğu için kritik öneme sahipti. İmparatorluğun en büyük rakibi olan Rusya’ya karşı tarihi müttefik olarak Osmanlı adeta bir sigorta görevi görmekteydi. Fakat dengeler değişiyordu ve Britanya’da bu geleneksel dış politika anlayışı güçlü bir şekilde sorgulanmaya başlamıştı.
Liberal Parti bu konudaki muhalefetini büyük oranda Bulgar İsyanları üzerinden kurdu. 1876 yılında İngiliz basınının Bulgarlara olan ilgisi dramatik bir şekilde arttı. [13] İsyanlar gazetelerin en önemli konularından biri haline geldi. Basın bu konuda ikiye bölünmüştü. Liberal Parti’ye yakın organlar Hristiyan kardeşleri olarak gördükleri Bulgarların vahşi Müslüman Türkler tarafından canice katledildiği ile ilgili haberler yaparken Muhafazakar Parti’ye yakın organlar bu haberlere temkinli yaklaşıyor ve halkı asıl büyük tehdidin Rusya olduğu konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Daily News’in İstanbul muhabiri Edward Pears’ın gönderdiği mektubunda geçen şu ifade adeta Britanya hükümetine tavsiye niteliğindedir:
“…bir Türk gazetesi, ‘biz isyancıların işini bitirirken İngiltere bizi Rusya’ya karşı savunacaktır’ diyor. Bizim işimiz Türklere birçok farklı şekilde şu anda dahi veriyor olduğumuz bütün desteği kesmektir. Yapılması gereken en acil iş katliamların sona erdirilmesini sağlamaktır. İngiltere, Hristiyanların tek savunucusu olarak Rusya’nın öne çıkmasına müsaade etmemelidir…” [14]
Mektuptan paylaşılan bu kesit mektubun ruhunu çok iyi yansıtmaktadır. Aynı mektupta Türklerin yaptığı katliamlar da dramatik bir şekilde tasvir edilmiştir. Nitekim Gladstone parlamentoda bu mektuptan güç alarak Disraeli’ye ağır bir şekilde hücum etmiştir. Disraeli ise bu haberi “baş düşmanı Gladstone’nun gazetesinin kendisini zor durumda bırakmak için uydurduğunu” söylemiştir. [15] Fakat İngiliz kamuoyu yapılan haberler karşısında çoktan dehşete düşmüştü. Başbakan Disraeli, kamuoyunun Hristiyan tebaaya zulmeden zalim Müslümanları korumaması için yaptığı baskı ile İngiliz çıkarlarını temsil eden geleneksel Rusya karşıtı dış politika arasında açmazda kalmıştı. Haberlerin yarattığı kamuoyu o kadar büyüdü ki Kraliçe Victoria dahi sessizliğini bozarak hükümetin politikasını eleştirmişti.[16]
Aslında Britanya’nın İstanbul Büyükelçisi Sir Henry Elliot da olaylardan rahatsızdı. Türk hükümetini başıbozukları isyanı bastırmakla kullanarak Rusya’nın tuzağına düşmekle eleştiriyordu. Ona göre Rusya’nın istediği zaten buydu ve bundan yararlanarak Avrupa’da güçlü bir Türk karşıtlığı meydana getiriyordu.[17] Yine de Sir Henry Elliot Londra’ya gönderdiği mektupta Britanya’nın geleneksel konumunun değişmemesi gerektiğini tavsiye ediyordu:
“Bulgar isyanının gereksiz yere korkunç bir şiddetle bastırılma şekli karşısında öfkelenebiliriz ve hatta öfkelenmeliyiz. Ama İngiltere için gerekli olan burada yaşanan değişiklikleri engellemektir. Bu manada isyan bastırılırken 10 bin ya da 20 bin insanın can vermesi sorunu dikkate alınarak İngiliz politikasının belirlenmesi İngiltere’yi zarara uğratır. Belli koşullarda korkunç aşırılıklarda bulunmaktan sorumlu yarı-medeni bir milletin arkasında duruyoruz. Ancak gerçek şu ki, burada olanların çarpıcı bir şekilde İngiltere’de anlatılıyor olması buradaki siyasetimizi terk etmemiz için yeterli sebep değil. O siyaset ki, Doğudaki çıkarlarımızı sürdürebilmek için takip edebileceğimiz tek siyasettir.” [18]
O dönemde yayınlanan bir karikatür. Gladstone Türk hükümranlığı ağacını baltayla kesmeye çalışırken Disraeli “Oduncu, o ağacı bağışla!” diyerek haykırıyor.
Her şeye rağmen Muhafazakar Parti yoğun baskı altındaydı. Daily News, Başbakan Disraeli’ye ve Dışişleri Bakanı Derby’e tüm İngiliz kamuoyu adına şöyle sesleniyordu:
“Bay Disraeli ve Lord Derby şunu çok iyi bilmeliler ki, bu ülkenin insanları şu anda sultanlardan, sadrazamlardan ve paşalardan artık bıkmış durumdadırlar. Tarih bize Türkiye’nin son hükümeti ve son 20 yıldır gelen hükümetlerinden başka kendisine gösterilen müsamaha ve toleransı bu kadar müsrifçe harcayan başka bir hükümetin olmadığını söylüyor. Nihayetinde de bugün berbat bir yolsuzluk, siyasi ve iktisadi bir iflas ve imparatorluğun tam bir çöküşüyle karşı karşıyayız.” [19]
Bu haberde değinildiği gibi Osmanlı İmparatorluğu isyanları bir şekilde bastırmayı başarsa da aslında büyük bir kriz içerisindeydi. Bulgar İsyanları ile zirveye çıkan Büyük Doğu Buhranı Sultan Abdülaziz’in yoğun protestolarla karşılaşmasına ve Mayıs 1876’da meşrutiyetçi subaylar tarafından organize edilen bir darbeyle tahttan indirilmesine sebep oldu. 3 ay süren bir saltanat bunalımının ardından tahta amcası Abdülaziz’in yerine çıkarılan Sultan Murad da tahttan indirildi ve yerine kardeşi Abdülhamid meşrutiyeti ilan etme sözü vererek tahta çıktı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bu istikrarsızlık Britanya’yı da doğal olarak yakından ilgilendiriyordu. Hükümet sonunda Aralık 1876’da büyük baskıya dayanamayarak orta yolu bulacak bir adım atma girişiminde bulundu. İstanbul’da Britanya’nın öncülüğünde Avrupalı devletlerle birlikte Osmanlı’nın da katıldığı bir konferans düzenlendi. Konferansta alınan kararlarsa şöyleydi: [20]
Sırbistan ve Karadağ savaş öncesi durumlarını koruyacak ve topraklarını genişletecek
Bosna-Hersek iki özerk bölgeye ayrılacak
Bulgaristan ikiye bölünecek ve Hristiyan valiler tarafından idare edilecek
Bulgaristan’da güvenliği sağlamak için 5.000 Belçika jandarması görevlendirilecek