İspanya, 1939-1975 yılları arasında General Francisco Franco’nun otoriter diktatörlüğü altında yönetildi. İspanyol İç Savaşı’nı kazanarak iktidara gelen Franco, iç savaşın yıkıcı doğasından sonra memnuniyetle karşılandı, ancak rejimin artan baskısı nedeniyle zamanla halk desteğini kaybetti. Demokrasiye geçişin başladığı bu dönemde İspanya’da ekonomik kriz, artan isyanlar ve Katolik Kilisesi’nin etkisi ile demokratikleşmeden başka bir çözüm yolu yoktu. Bu nedenle rejimin siyasi elitleri, sistemi kendi elleriyle demokrasiye dönüştürerek sorunsuz bir geçiş sağladılar. Bu bağlamda İspanya’nın bu yumuşak demokratikleşmesi dönüşümün en iyi örneklerinden biri oldu ve ayrıca birçok Güney Avrupa ülkesine demokrasiye geçiş konusunda ilham verdi.
İspanya, siyasi tarihi boyunca birçok demokratikleşme girişimi yaşadı. Birinci Cumhuriyet (1873-74), İkinci Cumhuriyet (1931-36) ve İspanyol İç Savaşı (1936-39) zamanları dışında her zaman monarşik bir sisteme sahip olan İspanya, 1833 ve 1939 arası dönemde neredeyse kalıcı bir parlamentoya ve yazılı bir anayasaya da sahipti. Bu nedenledir ki 1814 – 1931 yılları arasında yirmi beşten fazla ayaklanma oldu ve bu dönemde İspanya iki kez cumhuriyet ilan etti, ancak her ikisi de iç savaşla sonuçlandı (Britannica Online, 2020). Bununla birlikte, Franco’dan sonraki son geçiş, diğer girişimlerin aksine, yalnızca kültürel nedenlerden ziyade tarihsel ve politik olarak da muhteşemdi. Çünkü ilk kez parlamenter demokrasi işe yaramıştı ve demokrasi kendi kendini idame ettiriyordu (Edles, 1998: s. 5). Buradan da anlaşıldığı üzere, İspanya’da siyasi liberalizm ve demokrasinin temelleri çok daha eskiye dayanmaktaydı.
General Francisco Franco, İspanya İç Savaşı’nı kazandıktan sonra, Ulusal Hareket tarafından yönetilen otoriter, merkezi ve korporatist bir devlet kurdu. 1947’de kabul edilen Veraset Yasası ile İspanya, geleneksel bir Katolik Monarşisi olarak kuruldu. Franco, ekonomik istikrar planı gibi yeni yasal ve ekonomik düzenlemeleri yürürlüğe koydu. 1960’larda gelişen İspanyol ekonomisi, yeni eğitimli bir orta sınıf ve yeni bir kentsel işçi sınıfıyla sonuçlandı. 1960’larda İspanyol ekonomisinin gelişmesiyle birlikte yeni bir eğitimli orta sınıf ve yeni bir kentli işçi sınıfı ortaya çıktı. Bu ekonomik gelişme, İspanya’nın 1970’lerde demokrasiye sorunsuz geçişindeki en önemli faktördü. 1970’lerdeki petrol krizi ekonomiyi olumsuz etkiledi. Bu dönemde artan grevler nedeniyle 1940’ların baskıcı rejimi restore edildi. Bu belirsizlikte Franco rejiminin ayakta kalamayacağı ve bazı reformların gerekli olduğu açıktı. 1975’te Franco’nun ölümünden sonra İspanya demokratik geçişe hazırdı (Bailey, 2007: s. 1-2).
1. Demokrasiye Geçişin Etkenleri
1.a. Franco’nun Meşruiyetini Kaybetmesi
1970’lerin başında demokratikleşen İspanya ve birçok otoriter ülke, daha önceki demokrasi deneyimleri nedeniyle meşruiyet sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. Çünkü bir zamanlar siyasal yapıya yerleşen demokrasi normları, hükümetin demokratik olmasa da demokratik uygulamalara dayandığı inancını sağlamıştı. Bu yüzden bu ülkelerin otoriter liderleri sıklıkla demokratik retorik kullanarak kendilerini haklı çıkarmaya veya siyasi çevreyi rejimlerinin gerçekten demokratik olduğuna ikna etmeye çalıştılar (Huntington, 1991: s. 47).
Huntington’a (1991) göre vaatler yerine getirilmediği ve hayal kırıklıkları yaşandığı sürece çoğu rejimin meşruiyeti azalmaktadır. Bu durumda rejimi destekleyen koalisyon zamanla dağılır. Ayrıca kendini yenileyememesi, otoriter rejimin meşruiyeti açısından büyük bir sorundur. Bu gibi durumlarda otoriter rejimler zaman zaman üst düzey yöneticilerini sınırlı bir yenileme ile de olsa değiştirirler (Huntington, 1991: s. 48). İspanya’daki bu duruma örnek olarak, Avrupa Ekonomi Topluluğu’nun uygulanması sırasında meydana gelen koalisyon ayrılığı ve Avrupa Ekonomi Topluluğu’na katılmak için yapılan kabine değişikliği gösterilebilir (McLaren, 2008: s. 243). Diğer bir örnek ise Katolik Kilisesi ile ilişkileri geliştirmek için, Katolik Hareketi Başkanının dışişleri bakanı olarak atanmasıdır (Shubert, 1990: s. 233).
Franco’cu rejim, meşruiyetini kendinden önceki demokratik rejimin “olumsuz meşruiyetine” dayandırıyordu. Önceki demokrasinin olumsuzluklarından ve savaşın yıkıcılığından sonra Franco’nun gelişi halktan büyük beğeni topladı. Bu yeni rejim, ülke içindeki toplumsal çalkantı, özerklik çatışmaları ve komünizm gibi sorunlarla uğraşarak ekonomik ve hukuki düzeni yeniden tesis etti. Tabii ki, “olumsuz meşruiyet”in etkisi zamanla azaldı ve hükümetin performansı kötüleşerek bir performans ikilemi yarattı. Demokrasilerde hükümdarın meşruiyeti, seçmenlerin faaliyetlerine ve prosedürlerine bağlıdır. Ancak otoriter rejimlerde rejim meşruiyeti ile yöneticinin meşruiyeti arasında bir ayrım yapılmadığından, kötü performans hem rejimin meşruiyetini hem de yöneticilerin meşruiyetini etkiler. Tüm bunlara ek olarak İspanya’da Franco’nun meşruiyet kaybının bir başka nedeni de 1970’lerdeki petrol krizi olmuştur. Birçok otoriter ülke gibi, Franco’cu İspanya’nın ekonomik büyüme yoluyla elde ettiği meşruiyet, bu kriz nedeniyle alınması gereken politikaların beraberinde getirdiği olumsuzluklarla zedelenmiştir (Huntington, 1991: s. 49-51).
1.b. Ekonomik Etkenler
Huntington’a (1991) göre, İspanya gibi üçüncü dalga demokratikleşmeler ekonomik faktörlerden üç şekilde etkilenmiştir. Birincisi, petrol krizlerinin ekonomik gerilemeye neden olarak otoriter rejimleri zayıflatmasıdır. İkincisi, birçok ülkenin 1970’lerin başında demokrasiye geçişi kolaylaştıran ekonomik gelişme düzeyine ulaşmasıdır. Üçüncüsü ise, bazı ülkelerdeki hızlı büyümenin yarattığı istikrarsızlığın, otoriter rejimleri baskı altına almaya veya liberalleşmeye zorlamasıdır. Özetlemek gerekirse, hızlı büyüme ve durgunluk otoriter rejimleri zayıflatırken, ekonomik gelişmeler demokratikleşmenin önünü açmıştır (Huntington, 1991: s. 59). Her üç faktörün de İspanya’nın demokratikleşmesini etkilediği rahatlıkla gözlemlenebilir.
İç savaştan önce İspanya zayıf ve tarımsal bir ekonomiye sahipti. İkinci Cumhuriyet dönemi İspanyol ekonomisi için tam bir felaketti (McLaren, 208: s. 74). İspanyol İç Savaşı 1939’da sona erdiğinde, General Francisco Franco harap olmuş ülkeyi ele geçirmişti. Savaş dönemi, yarım milyondan fazla insanın ölümü ve sürgün edilmesiyle sonuçlandı. İlerleyen yıllarda Franco rejiminin baskısıyla bu büyük insan kaybına binlerce kişi daha eklenecekti. Ülkede ulaşım harap olmuş, tarımsal üretim savaştan öncekinin üçte birinden daha az hale gelmişti. Kişi başına gelir, 1950’lerin ortalarına kadar savaş öncesi düzeye ulaşamayacak durumdaydı (Shubert, 1990: s. 206). Franco’nun ilk ekonomik politikası kendi kendine yeterlilik arayışı üzerineydi. 1950’lere kadar durgun olan İspanyol ekonomisi, hükümetin uluslararası değişim ihtiyacını kabul etmesi ve liberal ekonomiyi benimsemesi ile dönüşüme başladı (McLaren, 2008: s. 76; Harrison, 1985). Ancak hükümet bu dönemde uygulanan ilk liberal reformlara isteksiz davranmış ve bu reformlar koordineli bir şekilde gerçekleştirilmemişti. İspanya ekonomisi kötüye gidiyordu, enflasyon yükseliyordu ve döviz rezervleri azalıyordu (McLaren, 2008: s. 76; Harrison 1985: s. 123). 1959’da ülke iflasın eşiğindeydi. Rejim içinde ekonomiyle nasıl başa çıkılacağı konusunda bölünmeler vardı ve sonunda Katolik neoliberal teknokratlar – Opus Dei – bölünmeyi kazandı. 1959’da açıklanan Ekonomik İstikrar Planı, bir piyasa ekonomisi yaratmayı amaçladı ve bu, otarşinin çöküşüne işaret etti (Shubert, 1990: 207). Yeni liberal düzenlemelerin etkileri hemen görüldü. Öyle ki 1959-73 yılları arasında milli gelir yüzde 156 arttı (McLaren, 2008: s. 77; Servicio de Estudios del Banco de Bilbao 1983: s. 232).
Franco’nun 1975’teki ölümü 1970’lerin petrol kriziyle aynı zamana denk geldiğinde, İspanyol ekonomisi bocalamaya başladı. Hükümet ekonomik zorluklara son derece yavaş yanıt veriyordu, bu da ekonomik krizin demokratikleşmeye geçişte önemli bir rol oynadığını gösteriyordu (McLaren, 2008: 78; Harrison 1985: s. 168-9). Ekonomi son derece kırılgandı ve krizin en belirgin işareti artan işsizlikti. Bir yandan da enflasyon yükseliyordu. 1979’daki ikinci petrol krizi, ardından Ocak 1981’de Başbakan Adolfo Suarez’in istifası ve Şubat 1981’deki darbe girişimi ülkede büyük bir siyasi istikrarsızlık yarattı. İspanyol hükümeti bu zorlu koşullar karşısında çaresizdi ve bir dönüşüm olmadıkça toparlanma mümkün olmayacaktı (Shubert, 1990: s. 211). McLaren’e (2008) göre 1973 petrol krizine kadar olan gelişmeler ülkeyi az da olsa refaha kavuşturmuştu. Ancak artan sanayileşmeyle birlikte işçi sınıfları örgütlenmeye başladı. Grevler arttı ve 1960’ların sonlarına doğru ekonomik ve siyasi talepler bu grevlerde yer almaya başladı. Ayrıca Opus Dei tarafından 1950’li yıllardan itibaren uygulanmaya başlanan ekonomi politikası, hükümetin ayrışmasını zirveye taşıdı. Franco’nun ölümüyle lidersiz kalan rejim, bu temel çatlaklar nedeniyle artık hayatta kalamadı (McLaren, 2008: s. 77-80; Maravall & Santamaria, 1986). Bütün bu çatlaklara rağmen, Huntington’un belirttiği gibi (1991), İspanya’daki ekonomik gelişme, siyasi sürecin toplumla hızlı ve barışçıl bir şekilde uyum sağlamasına olanak tanıyan “modern bir orta sınıf ulusu” yarattı (Huntington, 1991: s. 67).
1.c. Dinsel Faktörler
Huntington’a (1991) göre, dini gelişmeler 1970’ler ve 1980’lerdeki demokratikleşme hareketlerini desteklemiştir. Nedensellik kanıtlamasa da, Batı Hristiyanlığı ile demokrasi arasında bir ilişki vardı. Protestan ve Katolik kilise liderlerinin baskıcı rejimlere karşı çatışmanın merkezinde yer alması, Hıristiyanlığın yayılmasının demokratik gelişmeyi etkilediğini varsaymak için mantıklı bir neden olabilir. Hıristiyanlığın yayılmasından daha etkili bir neden, Roma Katolik Kilisesi’nin siyasi uyumunun yol açtığı doktrin değişikliğiydi. Tarihsel olarak, Protestanlık demokrasiyle Katoliklikten daha fazla bağlantılıydı. Protestan Kilisesi demokratik, Katolik Kilisesi ise otoriter bir örgüttü. 19. yüzyılda demokratikleşmeye başlayan ülkelerin çoğu Protestanlardı. Çünkü Protestanlık, Max Weber’in tezinde de bahsettiği üzere ekonomik zenginliği, kalkınmayı, kapitalizmi ve demokratik kurumları desteklemiştir (Huntington, 1991: s. 72-75). Ancak 1970’lerde ve 1980’lerde üçüncü dalga demokratikleşme sürecine dahil olan İspanya ve Portekiz gibi ülkeler çoğunlukla Katolikti. Katolik ülkeler, Protestan ülkelerden daha fakir ve gelişmemişti. 1950’lerden bu yana, Katolik ülkeler, daha düşük ekonomik gelişme seviyelerinde oldukları için, Protestan ülkelere kıyasla daha yüksek ekonomik büyüme oranlarına sahiptir. Ve bu ekonomik büyüme birçok Katolik ülkenin demokrasiye geçişini kolaylaştırmıştır (Huntington, 1991: s. 76-77).
1960’lardan itibaren Katolik Kilisesi değişmeye başladı ve bu değişiklik Kilise’nin diktatörlüklere karşı çıkarak demokrasiyi savunmasını sağladı. 1960’lara kadar demokratikleşmenin önünde büyük bir engel olan Katolik Kilisesi, o yıllarda demokratikleşme için önemli bir olgu haline geldi. Bu yıllara kadar Kilise otoriter rejimlerin kurulmasını memnuniyetle karşıladı. Kilise, Franco’nun İspanya’daki zaferinde etkili oldu ve uzun bir süre Franco rejimini destekledi (Huntington, 1991: s. 78-80). Shubert’e (1990) göre, Franco’nun zaferi ile Kilise, Eski Rejim’den beri sahip olmadığı devlet gücünün desteğini kazanmış ve doğal bir birlik oluşturma yeteneği kazanmıştı. Almanya’nın II. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi Kilisenin elini güçlendirdi ve 1945’te yapılan kabine değişikliği de Katolik Hareket Başkanı Alberto Martin Artajo’yu dışişleri bakanı ve birkaç önemli Katolik figürü de hükümette söz sahibi haline getirdi. Ulusal Katoliklik olarak da bilinen Katolik birliği, 1953’teki konkordatoyla kuruldu. Ancak, on yıl içinde, Kilise’nin daha demokratik bir yaklaşım arayışı, Franco’cu rejimle arasının açılmasına yol açtı (Shubert, 1990: s. 233).
Otoriter rejimin artan baskısı altında, Vatikan’daki doktrin değişikliği, tabandan gelen hareketlerle birleşince, Kilise’nin bilinen konumu değişmişti. Piskoposlar ve Rahipler Meclisi, Eylül 1971’de Madrid’de toplandı. İspanyol Kilisesi’nin bu olağanüstü demokratik toplantısında, İspanyol halkına demokrasi dersi verildi ve Franco döneminde kısıtlanan ifade özgürlüğü gibi hakların onaylanması için kararlar alındı. Vatikan tarafından tam olarak desteklenen bu değişikliklerle birlikte Kilise, kendisini Franco’cu rejimden tamamen ayırmış ve kilise-devlet ilişkilerinde büyük bir kırılma meydana gelmiştir (Huntington, 1991: s. 81-82). Shubert’in belirttiği gibi (1990), kilise-devlet ilişkilerini yeniden tanımlamaya yönelik ilk adım, Juan Carlos’un 1975’te Franco’nun ölümünden sonra, 1976’da dini atamalar yapma hakkından vazgeçmesiyle atıldı. 1953 Concordat’ın yerini 1980 yılında yürürlüğe giren ve Kilise’nin hukuki statüsünü içeren bir dizi anlaşma aldı (Shubert, 1990: s. 236). Görüldüğü gibi Katolik Kilisesi’nin otoriter rejime karşı yaşadığı tüm bu gelişmeler İspanya’nın demokrasiye geçişini ve konsolidasyonunu sağlamıştır. Bu bağlamda 1970’ler ve 1980’lerde yaşanan dini değişimler üçüncü dalga demokrasiler için bir diğer önemli faktördür.
1.d. Dış Faktörler ve Kartopu Etkisi
Bir ülkenin demokratikleşmesi, diğer ülkeler veya kurumlar gibi dış faktörlerden etkilenebilir. Bu dış etkenler bir ülkeyi demokratikleştirebileceği gibi demokrasileri de devirebilir. Huntington’a (1991) göre Jonathan Sunshine, 1830’dan önce Avrupa’daki dış faktörlerin anti-demokratik olduğunu belirtir. 1830-1930 yılları arasında bu tutum, demokratikleşmenin getirdiği sosyal ve ekonomik gelişme sayesinde demokrasiye saygılı hale geldi. Bu dış etkenler de üçüncü dalga demokratikleşme üzerinde son derece önemli bir etkiye sahipti (Huntington, 1991: s. 85-86).
Dış etkenlerle birlikte, kartopu veya domino etkisi olarak da bilinen demokratik genişleme, İspanya’nın demokratikleşmesinde etkili olmuştur. 20. Yüzyılda ilk demokrasi girişiminde bulunan İspanya’da komünist ve faşist rejimler yaygındı. Avrupa’da tek bir demokratikleşmiş ülke yokken, aynı zamanda büyük bir uluslararası ekonomik bunalım yaşandı. Bu bağlamda 1963-39 döneminde İspanya’nın demokratikleşmesi mümkün olmamıştır (McLaren, 2008: s. 242). Uluslararası bağlamın İspanyol demokratikleşmesi üzerindeki etkisi, 1960’larda İspanya’nın Avrupa Ekonomik Topluluğuna girme çabalarıyla başladı. Ayrıca ABD açısından bakıldığında İspanya’nın demokratikleşmesinde ABD’nin etkisi sadece kendi çıkarlarına yönelikti. Tussell’in belirttiği gibi (2007):
Bu, demokratik ülkelerin ve – daha özel olarak – ABD’nin, Franco’nun İspanya’sının gerekli bir kötülük olduğunu kabul etmesiydi. Bu gerçeğin, ihtiyaç duyduğu para biriminin bir kısmının sağlanmasına izin vermesi anlamında İspanyol ekonomisi üzerinde anında yansımaları oldu. (Tussell, 2007: s. 148).
ABD’nin temel kaygısı, dünyanın stratejik bir bölgesinde askeri müttefikler kazanmaktı. Bu nedenle 1950’lerde İspanyol ekonomisini sıkıntıdan kurtarmak için yardımlar yapıldı. Dahası, Franco’nun ölümünden sonra ABD’nin ikinci kaygısı İspanya’nın demokratikleşmesine yardımcı olmaktı. Bu birinci ve ikinci hedefe ulaşmak için ABD, 1974’te İspanya’ya milyar dolarlık kredi yardımı sağlamaya hazırdı (McLaren, 2008: s. 243; Story ve Pollack 1991: s. 132). Franco, Avrupa Ekonomik Topluluğunu bir ekonomik örgüt olarak algıladı ve üyeliğin yerel siyasi düzenlemeleri etkilemeyeceğini düşündü. Öyle ki, 1962 yılında AET’nin siyasi entegrasyonunu ve ulusüstü karar alma mekanizmasını destekleyen Birkelbach Raporu bile İspanya’nın tutumunu değiştirmedi. İspanya Dışişleri Bakanlığı, üyeliğin önündeki siyasi engellerin ciddi olmadığını ve Franco rejiminde gerekli olan tek şeyin kozmetik değişiklikler olduğunu düşünüyordu (McLaren, 2008: s. 243; MacLennon: s. 52-54).
Tussell’e (2007) göre, İspanya ve ABD ilişkileri, karşılıklı çıkar dengesizlikleri nedeniyle zarar gördü, ancak Avrupa ülkeleriyle olan sorun daha büyüktü. 1961’de Franco, Avrupa’nın birleşmesi önerilerini hâlâ gerçekçi bulmuyordu. Franco’nun tavrına rağmen diplomatların ve ekonomi uzmanlarının İspanyol siyasetindeki aktif rolü sayesinde üyelik başvurusunda bulunulmasına karar verildi (Tussell, 2007: s. 249). Şubat 1962’de İspanya AET’ye katılmak için başvurdu. Ancak İspanya demokratik bir ülke değildi ve Franco rejiminin muhalefete uyguladığı baskı İspanya’nın AET’ye katılmasına engel oldu. Franco, kabinesini yeniden düzenleyerek değişim görüntüsü vermeye çalıştı. Yeni kabinenin bakanlarından biri olan Manuel Fraga, sansürün gevşetilmesine ve Franco’cu karşıtı literatürün yayınlanmasına yardımcı oldu (McLaren, 2008: s. 243; Preston & Smyth 1984; MacLennon 2000: s. 68–71). İspanya ile AET arasındaki ilk müzakereler, ortaklık statüsü başvurusundan iki yıl sonra başladı, ancak ilk ticaret anlaşması 1970 yılında yapıldı. Franco rejimi bu anlaşmayı siyasi bir başarı olarak gördü, ancak bu anlaşmadan sonra iş ve ekonomi sektörleri Avrupa ile ilişkileri bahane ederek liberalleşme talep etmeye başladı. Avrupa sorunu rejim karşıtlığı yarattı ve siyasi reform isteyen Franco yanlıları, anlaşmazlık nedeniyle muhalefete yönelmeye başladılar. Buna rağmen rejim, AET’nin sonunda İspanya’yı kabul edeceğine inanıyordu (McLaren, 2008: s. 244; Preston & Smyth 1984; MacLennon 2000: s. 86-90). Ancak AET İspanya’nın başvurusunu reddetti ve bu ret muhalefet grupları için bir toplanma noktası oldu. AET artık liberal demokrasinin vücut bulmuş hali olarak görülüyordu ve demokratikleşme söyleminin merkezi haline geldi. Franco’nun ölümünden sonra uluslararası siyasi iklim değişti ve Suárez hükümeti, daha fazla siyasi ve ekonomik reform yapıldıktan sonra tekrar AET’ye başvuracaklarını açıkladı. Tüm bu gelişmeler sonucunda Avrupa Konseyi içinde İspanya’ya karşı tutarlı siyasi irade kırılacaktı. Avrupa Topluluğu üyeliği açıkça Franco rejimine karşı muhalefeti birleştirmeye hizmet etti ve ülke nihayet Avrupa Topluluğu üyeliği için onaylandığında, demokrasi zaten pekişmişti (McLaren, 2008: s. 244-46; MacLennan 2000: Bölüm 5).
1.e. Toplumsal Hareketler
İspanyol İç Savaşı’nın çıkmasına neden olan bölünmeler, Franco’nun iktidara gelmesi ve uygulamaya koyduğu politikalarla sona ermedi. Ülkede hala birbiriyle çatışan siyasi ve sosyal gruplar vardı. Franco’nun muhafazakar kanadı, irili ufaklı sosyalist ve komünist partilerin yanı sıra 40 yılı aşkın süredir ezilen Katalanlar ve Basklar da vardı (McLaren, 2008: s. 123).
İspanya’da demokratik geçişle aynı modeli izleyen kentsel toplumsal hareketler, 1970’lerin başından ortalarına kadar gelişti ve 75-76’da zirveye ulaştı. Kentsel hareketlerin temel kaygıları barınma, eğitim, halk sağlığı, ulaşım, kültürel ve sosyal faaliyetler sağlama ve belediye veya hükümetin ekonomik ve siyasi politikalarını protesto etmek gibi refah hizmetlerinin kalitesini artırmaktı. Ekonomik liberalleşme, orta sınıfı memnun ederken, işçi sınıfını memnun etmedi ve sendikaları harekete geçirdi. İşçiler Confederación Sindical de Comisiones Obreras’ı (İşçi Komisyonları) kurdular ve grev çağrısında bulundular (Hipsher, 1996: s. 287-88). Katolik Kilisesi’ndeki birçok genç rahip, İşçi Komisyonlarına sempati duydu ve İkinci Vatikan Konseyi’nin tavsiyeleri ile demokratikleşme bağlamında rejim muhalefetini destekledi. Madrid, Barselona, Bilbao ve diğer illerde rejime karşı işçi grevleri ve öğrenci ayaklanmaları giderek daha saldırgan ve politik hale geldi. Bask milliyetçileri, din adamlarının desteğine sahip başka bir grup, ETA (Euskadi Ta Askatasuna; Bask: “Bask Vatanı ve Özgürlük”) adlı bir terör kolu geliştirdi. Bu çevresel milliyetçilik dalgası, diğer sorunların yanı sıra ciddi bir öneme sahipti. Basklı teröristlerin 1970’teki Burgos davalarının ardından hapsedilmesi ve işkence görmesi, ayrılıkçı örgüt ETA’yı bir muhalefet sembolü haline getirdi ve rejimin uluslararası itibarı azaldı. Davaların ertesi yılında, Katalonya Meclisi, 1932 Özerklik Statüsü’nün restorasyonu ve demokratik kurumların talebiyle birleştirildi (Britannica Online, 2020).
1970’lerin ortalarında, kentsel hareketler saldırgan protestolara devam etmesine rağmen, muhalefet partileri rejimi devirme girişimlerini bir kenara bıraktılar, ancak PCE, PSOE, Hıristiyan Demokratlar, Sosyal Demokratlar, Liberaller ve birkaç küçük bölgesel partinin desteğiyle özgürce seçilmiş bir meclis çağrısı yaparak demokratikleşmeyi desteklemeye devam ettiler (Hipsher, 1996: s. 289). 1975’te Franco’nun ölümünün ardından geçiş döneminin kilit liderlerinden Adolfo Suárez, parlamentodaki partiler aracılığıyla ülkedeki tüm grupların desteğini sağladı. Böylece, oldukça aşırı ve ayrılıkçı grev faaliyetlerine rağmen, rejim sonunda konsolide ve istikrarlı bir demokrasiye geçişi başardı (McLaren, 2008: s. 123; Hanley & Loughlin 2006; Heywood 1995: Bölüm 8 ve 9; Newton 1997: Bölüm 10; Hanley & Loughlin 2006).
2. Demokratikleşme Süreci: Otoriteryanizmden Demokrasiye Dönüşüm
Huntington’a (1991) göre üçüncü dalgada demokrasiye geçiş yapan rejimler üç farklı grupta incelenebilir: tek partili rejimler, askeri rejimler ve kişisel diktatörlükler. İspanya’da Franco rejimi askeri darbeyle başlamış olsa da, iktidar giderek ordudan bağımsız bir güç haline geldi (Huntington, 1991: s. 110-1). Franco’nun ölümünün ardından, halefi ve siyasi seçkinleri yukarıdan aşağıya bir demokratik dönüşüme öncülük etti. Üçüncü dalga geçişleri, çeşitli grupların güç, demokrasi veya anti-demokrasi için mücadele ettiği karmaşık süreçlerdir. İspanya’da iktidar koalisyonunda demokratikleşmeyi destekleyen bir grup vardı, ancak diğer taraf sınırlı reform veya ekonomik liberalleşmeyi destekledi. Ayrıca mevcut diktatörlüğün destekçileri her zaman demokratikleşmeye karşı çıktılar. Buna rağmen, mevcut otoriter rejim kendini değiştirmek için demokrasi söylemini kullandı (Huntington, 1991: s. 121-122).
İspanya üçüncü dalgada demokratikleşmesini dönüşümle tamamlayan ülkelerden biridir. İktidarın muhalefetten daha güçlü olduğu ülkelerde demokratikleşme daha yumuşak ve dönüşümcü bir modelle gerçekleşmiştir. İktidardakiler, otoriter rejimin sona ermesine ve demokratik bir sisteme dönüşmesine öncülük etmişlerdir. Üçüncü dalga dönüşümler beş ana aşamadan oluşuyordu. İlk adım, otoriter rejim içerisinde demokratikleşmenin gerekli olduğuna inanan bir grup liderin ortaya çıkması ve bu liderlerin rejimin önemli mevkilerine gelmesidir. İkinci adım ise bu reformist grubun iktidara gelmesi ve meşruiyetini sağlamasıdır. İspanya’da bu adım Franco’nun ölümüyle gerçekleşmişti. Üçüncü adım, bu liberal reformcuların rolü ve hükümetin istikrarı ile ilgiliydi. Çünkü otoriter bir liderin ardından iktidara gelen liberal reformcular, genellikle kısa bir süreliğine iktidarın geçiş evresinde yer aldılar. Bu sınırlı açılım istikrarsızlığa yol açabilir ve otoriterleri yeniden iktidara getirebilir. Dördüncü adımda ise, reform hükümetleri durgun muhalefeti zayıflatmaya ve etkisiz hale getirmeye çalıştı. Çünkü muhalefet darbe girişimi gibi radikal eylemler uygulayabilirdi. Juan Carlos’un Suarez’i başbakan olarak seçmesi ve kral olarak gücünü ve ayrıcalıklarını tam olarak kullanması muhalefeti etkisiz hale getirmek demekti. Son olarak beşinci adımda, reformcular iktidara geldikten sonra hızla demokratikleşme hareketlerine başladılar. Bunun için iktidar koalisyonu içindeki muhalefeti yabancılaştırmaları ve muhalefet içinde kendilerine destek geliştirmeleri gerekiyordu. Bu amaçla hükümetteki reformcular muhalefet gruplarıyla müzakereler ve anlaşmalar yaptılar (Huntington, 1991: s. 124-142).
2.a. Geçiş Dönemindeki Gelişmeler: 1975 – 1982
Franco’nun 20 Kasım 1975’te ölümü ve Juan Carlos’un kral olarak tahta çıkması, İspanya’nın demokrasiye barışçıl geçişiyle sona erecek bir dönemin başlangıcı oldu. Kral Juan Carlos’un iktidara gelmesinden altı ay sonra demokrasiye geçiş için yetersiz gördüğü Arias Navarro’yu görevden aldı ve yerine Adolfo Suarez’i başbakan olarak getirdi. Suarez’in Franco’cu Ulusal Hareketle bağları tepki çekti, ancak bazı siyasi suçluları serbest bırakmak gibi çeşitli siyasi reformlarla ılımlı bir politika izledi. 1976’nın sonlarına doğru Suarez, korporatist bir sistem yerine iki meclisli, demokratik olarak seçilmiş bir organ getirecek olan Siyasi Reform Yasasını kabul etti. 1977’de siyasi partiler yasallaştırıldı ve Komünist Parti (PCE) yasağı kaldırıldı. 1977 seçimlerini Demokratik Merkez Birliği (UCD) kazandı ve Suarez başkanlığında merkezci bir koalisyon hükümeti kuruldu (Bailey, 2007: s. 2).
Adolfo Suarez liderliğindeki merkezci koalisyon UCD, 1981 yılına kadar demokrasinin temellerini atmada önemli adımlar attı. Kral Juan Carlos, Franco’nun halefi olarak devamlılığı sağlamıştı. Ayrıca, Suarez’e verdiği destek ve geçiş döneminde UCD’nin uyguladığı politikalar demokrasinin pekişmesine yardımcı oldu (Maxwell, 1991: s. 37). 1930’larda cumhuriyet rejiminin başarısızlıkları, İspanyolları yeni 1978 Anayasası’nda mekanizmalar inşa etmeye sevk etti. İspanyol İç Savaşı’nı doğuran siyasi ve toplumsal bölünmelerin yeniden ortaya çıkmasından korkan siyasi seçkinler, geçmişi unutarak karşılıklı hoşgörü ve saygıya dayalı bir siyasi düzen oluşturmak için uzlaşmaya vardılar (Boyd, 2008: s. 135; Julia, 2006).
Parlamento, yeni anayasa taslağının hazırlanmasını, tamamen mahremiyet içinde çalışan ve uzlaşmayı amaçlayan küçük bir uzman grubuna devretti. Aralık 1978’de onaylanan bu anayasa sonucunda İspanya meşruti monarşi olarak kurulmuştur. Sonuç olarak İspanyol Anayasası uluslararası düzeyde kabul görmüştür (Maxwell, 1991: s. 38). Bu anayasada zaten sınırlı özerkliğe sahip olan Bask ve Katalonya bölgesinin özerkliği genişletildi. Buna ek olarak, İspanya’nın tamamında 17 özerk topluluğun oluşturulması için hükümler getirildi. Bir diğer önemli konu ise 1947 yılında Veraset Kanunu ile Katolik Monarşisi haline gelen İspanya’da yeni anayasa sonucunda Kilise ve devlet birbirinden ayrılmasıydı (Britannica Online, 2020).
1977’de Komünist Partisi’nin yasallaşması, 1978 Anayasası, Bask Ulusu ve Özgürlük (ETA) örgütünün suikastları ve ekonomik durgunluk, Franco’nun ölümünden bu yana sessiz kalan İspanyol Ordusunu rahatsız etmeye başlamıştı. Bu gergin atmosfere ek olarak, yerel seçimlerdeki yenilgiyle birlikte UCD, hiziplere bölünmüştü (Maxwell, 1991: s. 38). Olası bir askeri darbeden korkan Suarez, 29 Ocak 1981’de istifa etti ve yerine Leopoldo Calvo Sotelo başbakan oldu. Parlamento’nun Soleto’nun yeni kabinesini onaylaması sırasında, Yarbay Antonio Tejero’nun emriyle bir askeri darbe gerçekleştirildi. Parlamentoyu işgal eden askerler, hükümeti ve üyelerini esir aldı. Yarbay Tejero, Kral Juan Carlos’un kendisini destekleyeceğini düşünerek böyle bir girişimde bulundu, ancak Carlos ordudaki popülerliğini Tejero’ya karşı çıkmak ve demokrasiyi savunmak için kullandı (Bailey, 2007: s. 3; Graham, 1984: s. 24).
1982’de demokrasi sağlama görevini başarıyla tamamlayan İspanya’nın NATO’ya girmesini sağlayan Sotelo, hükümeti Ekim 1982 seçimlerini kazanan Felipe González’e devretti. Başarısız darbe girişimi ve bir sosyalist liderin 1982 seçimlerindeki zaferi, Franco döneminin artık tamamen bittiği ve demokrasinin tamamen benimsendiği anlamına geliyordu (Britannica Online, 2020).
3. Sonuç Yerine
Demokratikleşme dalgası, belirli bir süre içerisinde demokratik olmayan rejimlerden demokratik rejimlere geçişlerin yaşandığı bir geçişler grubudur. Huntington’a (1991) göre demokratikleşmenin üç yolu vardır. Bunlardan birincisi, reformlarla demokrasiye geçişi yönetenlerin bizzat sağladıkları dönüşüm modelidir. İkincisi, darbe veya devrim yoluyla yer değiştirmedir. Üçüncüsü, kurucu rejim ve muhalefetin müzakereler yoluyla demokrasiye geçtiği yer değiştirmedir. İspanya’nın üçüncü dalga içerisinde demokrasiye geçişi dönüşüm yoluyla sağlanmıştır (Huntington, 1991: s. 109-121).
İspanya’nın demokratikleşme hikayesi 1800’lü yılların başında Fransız Devrimi’nden etkilenen bir grup radikalin girişimleriyle başladı ve bir dizi başarısız demokrasi girişimiyle devam etti. Devrimci demokrasiye yönelik iki girişim, her seferinde darbelerle sonuçlandı. İkinci demokrasi girişimini takip eden iç savaş ve ardından gelen Franco rejimi ile İspanya otoriter diktatörlük yönetimine geçti. İspanya savaşı nedeniyle çöken İspanya ekonomisi, Franco’cu rejimde toparlanmıştı. Ancak artan baskı ve sansür, halkın rejime olan inancını yıkmış ve muhalifler yaratmıştır. Franco rejimi, uluslararası petrol krizinin patlak vermesi, Katolik Kilisesi doktrinindeki değişiklik ve Avrupa’nın birleşmesi fikri ile zayıfladı. Böylece rejimin siyasi seçkinleri, tek çıkışın demokrasi olduğuna inanmaya başladı.
Franco’nun ölümünden sonra gerçekleştirilen siyasi reformlarla İspanya, demokrasiye yumuşak bir geçiş yaşadı. 1981’de demokrasiye geçişi izleyen askeri darbe bu demokrasiyi yok etmedi ve 1982’deki ilk seçimler, daha önce hiç Franco’cu olmayan bir liderin iktidara gelmesiyle demokrasinin gücünü gösterdi. İspanya, tarihi kökenleri olan etnik ayrılıkçılık fikirleri nedeniyle zaman zaman sorunlar yaşamaya devam ediyor. 2017 yılında yapılan referandumla Katalonya bölgesi tek taraflı bağımsızlık ilan etmişti. Son olarak, 42 yıl sonra ilk kez 2019 seçimlerinin ardından İspanya’da koalisyon hükümeti kuruldu. Bununla birlikte, tüm bu gelişmeler İspanyol demokrasisinin sağlamlığını etkilememekte ve İspanya’da demokrasi başarıyla işlemektedir.
Kaynakça
Bailey, C. (2012). The Transition to Democracy in Spain and Portugal. https://www.e-ir.info/2007/12/22/the-transition-to-democracy-in-spain-and-portugal/
Boyd, C. (2008). The Politics of History and Memory in Democratic Spain. The Annals of the American Academy of Political and Social Science, 617, 133-148. http://www.jstor.org/stable/25098018
Edles, L. (1998). Symbol and Ritual in the New Spain: The Transition to Democracy after Franco (Cambridge Cultural Social Studies). Cambridge: Cambridge University Press. https://doi.org/10.1017/CBO9780511557774
Hipsher, P. (1996). Democratization and the Decline of Urban Social Movements in Chile and Spain. Comparative Politics, 28(3), 273-297. https://doi:10.2307/422208
Huntington, S. (1991). The Third Wave: Democratization in the Late 20th Century. Oklahoma: University of Oklahoma Press. http://gen.lib.rus.ec/book/index.php?md5=47326e7a1afa25478516d94f77f40682
Maxwell, K. (1991). Spain’s Transition to Democracy: A Model for Eastern Europe? Proceedings of the Academy of Political Science, 38(1), 35-49. https://doi.org/10.2307/1173811
McLaren, L. (2008). Constructing Democracy in Southern Europe: A comparative analysis of Italy, Spain, and Turkey. London: Routledge. https://doi.org/10.4324/9780203928059
Shubert, A. (1990). Social History of Modern Spain. London: Routledge https://doi.org/10.4324/9780203421215
Spain. (2020). In Encyclopædia Britannica Online. https://www.britannica.com/place/Spain
Tussell, J. (2007). Spain From Dictatorship to Democracy, 1939 to Present. Oxford: Wiley-Blackwell. http://gen.lib.rus.ec/book/index.php?md5=ac105ff100a401c859274699a5ffdb4f