Öncelikle konuya giriş yapmadan, siz okuyuculara kısa bir açıklama yapmanın oldukça yerinde olacağını düşünmekteyim. Böyle bir açıklama yapmayı konunun ehemmiyeti açısından kendime bir görev olarak görmekteyim çünkü ele alacağımız konu 21. Yüzyıl insanlık krizinin sadece bir yansıması niteliğindedir ve her kişide farklı yorumlanabilecek bir düzeye sahiptir.
21. yüzyıl aslında bir domino taşı gibidir. Küreselliğin getirmiş olduğu bu durum en ufak bir toplumsal sorunda dünyanın her yerinde yankı uyandırabilecek bir düzeye sahiptir. Yaşanan sorunları daha küresel ve farklı zeminler üzerinde ele aldığımız zaman birbirinden farklı yorumlar ile karşılaşırız. Bu açıdan konumuz temeli olan din ve o dine mensup kişiler hakkında bir inceleme yaparken son derece kapsayıcı bir tutum içerisinde olmamız gerekmektedi
Duruma bu açıdan değinmemizin yegâne sebebi Müslüman bir kişinin Batı Dünyası’ndaki konumunu Fransa üzerinden değerlendirmek içindir. Neden Fransa olduğunu hep birlikte ileride göreceğiz. Ancak günümüz dünyası, özellikle Batı olarak adlandırdığımız homojen birliktelik en büyük risk topluluğu grubu içerisinde yer almaktadır. Bunun sebebi ise dünyanın oldukça büyük bir göç dalgası içerisinde olmasıdır. Bazıları bu duruma “göç devrimi” ya da “son büyük insan hareketliliği” demektedir. Yani düşünelim günümüz dünyasında 65 milyon sığınmacı olduğu tahmin edilmektedir. Bu demek oluyor ki her 100 kişiden biri sığınmacıdır. Peki şu soruyu sorabilir miyiz kendimize: 65 milyon göçmenin gittikleri ülkelerdeki konumları nedir ve hangi şartlar altında yaşamaktadırlar?
Bu durum hep soru işareti olarak kalmıştır çünkü Batı dünyasında bir göçmenin kalmış olduğu ilk durum asimilasyondur. Kültürel ağırlığa sahip olan bu asimilasyon bir süre sonra kişinin dini ve özel hayatına etki etmektedir. Bu açıdan ele almamız gereken ilk ülkenin Fransa olması gerektiğini düşünmekteyim çünkü haberlere her baktığınız zaman Müslümanlar ile arasında en çok sorun olan Batı ülkesi Fransa’dır. Bu durum gerçekten böyle midir? Avrupa ve hatta Batı medeniyetinin çekirdeğini oluşturan bu ülke İslam’a ve Müslümanlara bu kadar yabancı mıdır? İşte bu soruları sormamızın en temel sebebi Fransa’nın dine karşı yaklaşımını tayin etmek içindir. Dikkat ederseniz kapsayıcı bir ifade olarak “din” kelimesini kullandık. Çünkü günümüz Fransa’sının en temel sorunlarından birisi genel olarak dine karşı çok radikal bir yaklaşım sergilemesidir. Bu yüzden Fransa’nın dine karşı yaklaşımını düzgün bir şekilde ortaya koyamazsak yaşanan sorunların doğru düzgün bir bütünsellik içerisinde kavrayamayız. Aynı zamanda Fransa’nın İslam’a karşı olan tutumunu bilgisizlikten kaynaklanmadığı ortaya koyabilirsek sorunları başka bir açıdan ele alabiliriz. Gelin hep birlikte Fransa’nın İslam hakkında ne kadar bilgi birikimine sahip olduğuna bir bakalım ve günümüzdeki sorunları bir bütünsellik çerçevesi içerisinde ele almaya çalışalım.
İlk olarak “Fransa ve İslam” başlığını genel olarak ele almak için koydum çünkü ele alacağımız meselenin demografik, sosyal, siyasi ve dini olarak farklı tarihsel gelişimleri mevcuttur. Bu yüzden hep birlikte konu başlıklarından giderek bir sonuca ulaşmaya çalışacağız. İlk olarak ele almamız gereken durum Batı Avrupa’da ne kadar Müslüman’ın yaşadığını tespit etmek ve Fransa’nın bu dilim içerisinde yerini belirlemek olacaktır.
Batı Avrupa Müslüman Demografisi ve Fransa
Demografiyi ilk sıraya koymamızın sebebi aslında Avrupa’nın korkularını daha iyi görebilmek içindir. Bunun sebebi Avrupa’ya Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Asya’dan gelen göçler neticesinde demografik olarak büyük bir değişimin meydana geliyor olması ve Avrupa’nın bu durumu bir sorun olarak görmesidir.
(Harita 1. Fransa’ya göç eden Müslüman ülkelerin haritası. Çoğunluğu Cezayir, Faz ve Tunus oluşturmaktadır.
21. yüzyılın başlarında Batı Avrupa içerisinde 15 ila 17 milyon arasında Müslüman yaşadığı tahmin edilmektedir. Sırasıyla 7 milyonu Fransa, 4.5 milyonu Almanya (3.5 milyonu Türk), 3.5 milyonu Birleşik Krallık’ta olmak üzere geri kalan bütün Batı Avrupa’dır. (1) Genel olarak Avrupa’ya yıl içerisinde dünyanın genelinden yapılan toplam göç 2.2 milyon civarındadır. Özellikle verilen bu rakamların hepsi 1983 yılı sonrasında meydana gelmektedir. Peki Fransa neden Müslüman demografisi konusunda ilk sırayı çekmektedir? İşte bu sorunun asıl cevabı Fransa’ya göç eden Müslüman bir kişinin nüfusunu arttırması ile doğru orantılıdır.
Bilindiği üzere Fransa’ya yaşanan göçler Cezayir, Fas, Tunus, Lübnan ve Suriye’den gerçekleşmektedir. Dikkat ederseniz saymış olduğumuz ülkeler Fransa’nın eski kolonileridir. Teknik olarak diyebiliriz ki bu göçlerin Fransa’ya yapılması kaçınılmazdı ancak buradaki asıl problem göç ile değil, gelen Müslüman bir bireyin demografik olarak nüfusunu Fransa içerisinde arttırmasıdır. O zaman şunu sormamız gerekmektedir: Müslümanlar Fransız nüfusunun yüzde kaçını oluşturmaktadır? Değişken kayıtlar ışığından bu soruya şöyle bir cevap verebiliriz: 6.5 ila 7 milyon arasındaki bir Müslüman nüfusun olduğunu kabul edersek 68 milyonluk Fransa’nın %8’sini Müslümanlar oluşturmaktadır. Bu nüfusun 3 milyonu göç eden Müslümanların Fransa içerisinde meydana getirdiği doğum oranıdır. Yani demek oluyor ki 1983 yılından sonra Fransa’ya toplam 4 milyon Müslüman göçmen gelmiş ve nüfuslarını göç ettikleri orana yakın bir şekilde arttırmıştır. Kısacası Fransa nüfusunun %6.5’i yabancı doğumludur. (2)
Peki bu oranlar bize Fransa’nın Avrupa içerisindeki en büyük risk toplumu grubunda olduğunu söyleyebilir mi? Elbette söyleyebilir ancak belirtmek isterim ki bir ülkenin risk grubu içerisinde olabilmesinin belirli noktaları vardır. Bunlardan ilki bir ülkenin modernleşme esnasında geçirmiş olduğu sürecin sancıları ile ele alınmaktadır. Elbette modernleşme dediğimiz şey temelde Avrupalılaşmaktır. Peki şimdi şöyle bir tezat durum ile karşılaşmaz mıyız; Modernleşme Avrupalılaşmak demekse ve Avrupai anlamda ilk modern devlet olan Fransa ise nasıl oluyor da bir risk gurubu içerisinde yer alıyor? İşte bu yüzden risk toplumu dediğimiz konu sadece demografi ile açıklanamaz. Özellikle bu durum Fransa gibi kültürü adına dünyayı domine eden bir ülke için tam anlamıyla bir bütünü temsil etmez.
Düşünelim dünyada dilleri konusunda en tutucu ülke hangisidir? Gastronomisi hakkında dünyanın en prestijli mutfaklarından birisi hangisidir? Kültürlerini her şekilde en üstün olarak gören ve Modern Avrupa’yı bir yerde inşa eden Avrupa toplumlarından birisi hangisidir? İşte bütün soruların ortak cevabı Fransa’dır.
Fransız Kültürünün Etiği ve Dine Karşı Yaklaşımı
Peki Fransa için dili ve kültürü ne kadar değerlidir? Bu sorunun cevabını dikkatli bir şekilde ele alırsak neden kendisini risk altında gördüğünü daha iyi anlayabiliriz.
Öncelikle Fransa için kültür demek uğrunda savaşılacak yegâne düşünce demektir ve bu kültürün taşıyıcısı olan dil kesinlikle korunmalı ve muhafaza edilmelidir. İşte bahsettiğimiz bu vizyon Fransa’nın yaklaşın 450 yıllık hakimiyet mücadelesini temsil etmektedir. Üstelik unutmayalım aydınlanma olarak adlandırdığımız geçmişten kopuş düşüncesinin en yaygın yaşandığı ülke Fransa’dır. Bu bağlamda diyebilir miyiz ki Fransa içerisinde meydana gelen sosyokültürel olaylar aydınlanma sonrasında radikal bir dönüşüm geçirmiştir? Evet diyebiliriz, nedeni ise çok basittir. Aydınlanma insanının temel felsefesi inanmış oldukları normların sorgulanmasıdır. Jürgen Habermas bu durum için ‘’özgürlüğün ilk adımı inandığınız şeyin sorgulanmasıdır’’ demektedir. Bu açıdan aydınlanma insanının en temel amacı kutsal kitaplar içerisinde anlatılan Tanrı’dan başka bir Tanrı keşfetmek istemesi ve kendi yerini dünyada tayin etmesidir. O zaman şu sonuca varabilir miyiz: Fransız ihtilalinin temel sebebi kıtlık ya da ekonomik sorunlar değil bir düşünce birikiminin patlamasıdır. Evet varabiliriz çünkü Küçük Buz Çağı olarak adlandırdığımız (1300-1850) dönem içerisinde meydana gelen kıtlık ve coğrafi sorunlar bütün dünya ülkeleri için geçerliydi. Üstelik Fransa, Avrupa ortalamasına göre kendisine kırsal orana göre en çok yetebilen ülkelerin başında geliyordu.
O zaman şu şekilde ilerleyebilir miyiz? Fransa olarak adlandırdığımız ülke aydınlanma sonrası ihtilal ile kendi vizyonunu sekülerizm üzerinden inşa ederek toplumsal bir etik üzerine oturmuş mudur? Sorunun cevabı çok açık bir şekilde evettir çünkü Fransa için toplumu bir arada tutan en büyük etken din yerine halkın kendisi ve meydana getirdiği kültür olmuştur. İşte bu durum bizlere günümüze kadar gelen bir Fransa’yı göstermektedir. Sekülerizm ve temelden sorgulamanın bir kimlik haline geldiği Fransa için din şekil verilebilir veyahut gerçekleşmeyen efsanelere dayalı bir düzen halini almaktadır. Elbette bahsetmiş olduğumuz bu durum şüphesiz ilk dönemlerinde o kadar fazla olmasa da günümüzde nüfusun yarısını ciddi oranda etkilemektedir.
Bu düşünce zincirini Fransız Etiğinin temeli olarak ele alırsak toplumu rasyonel bir çatı altında birleştiren bir yapı ile karşılaşırız. Üstelik yukarıda anlattığımız her durumu Avrupa içerisinde meydana gelen düşünce akımlarının birer devamı olarak ele alırsak kıtanın genel anlamda dine yaklaşımını ve göçmen Müslümanların bu düzen içerisinde nasıl yaşadıklarını rahatlıkla görebiliriz.
Peki hep birlikte Fransız halkı içerisindeki Tanrı’ya ve dine inanış oranının kaç olduğuna bir bakalım. IFOP’nin (Institut Français d’opinion Publique) 2004 yılında yaptığı ankete göre Fransız halkının %44 Tanrı’ya inanmamaktadır. (Bu oran 1947 yılında %20 civarında) (3) 1981 ve 1999 yılları arasındaki verilere bir bakalım. 1981 yılında Fransız halkının %71’i kendisini Hristiyanlık mezhebine bağlı Katolik olarak nitelendirirken 1999 yılında bu oran %53’e kadar gerilemiştir. (4) Demek oluyor ki o dönem nüfusu 60 milyon civarında olan Fransız halkının sadece %52’si kendisine dindar diyebiliyordu. 32 milyon civarında olduğu tahmin edilen bu dindar nüfusun içerisinde bile tam anlamıyla dini ibadetlerini yerine getirenlerin toplam ortalaması %18 civarındadır ki bu ortalama %12’lere kadar gerilemiştir. Yani günümüz Fransa’sında toplumun sadece %7.3’ü tam olarak Hristiyan ibadetlerini yerine getirmektedir.
Bu rakamları dikkate aldığımız zaman Fransa’nın dine karşı bakış açısının sadece Hristiyanlık ile sınırlı olmadığını görmekteyiz. Çünkü Fransa’nın Amerika gibi ayakta kalış vizyonu sekülerizm ve rasyonellik üzerinden şekillenmektedir.
Teknik olarak buradan şu sonuca varmamalıyız: Fransa Amerika’yı taklit ediyor. Tabii ki hayır çünkü Amerika’nın kuruluşundan itibaren dine bakış açsını en çok tetikleyen ülkelerden birisi Fransa’dır. Bu yapıyı aslında Anglo-Franco karşımı bir durum olarak görmemiz gerekmektedir. Özellikle Alexis de Tocquevielle’in yazmış olduğu Amerika’da Demokrasi adlı kitabın içerisinde “Amerika’nın başlangıç noktasının net olarak görüldüğü tek ülke (Fransa)” cümlesinden yola çıkarsak daha başka bir durum ile karşılaşırız. Evet aslında bu durum hepimize farklı geliyor çünkü Amerika’nın kurucu babaları olarak kabul edilen kişilerin İngilizler olduğu gerçeğini sürekli olarak aklımızda yer etmekteyiz. Ancak İngilizlerin Amerika üzerindeki kurduğu hakimiyet bile bir yerde kendi Anglikanizm yani Anglosakson din anlayışının yanında aydınlanma döneminin izlerini taşımaktaydı. Bu açıdan Britanya’nın Amerika üzerinde kurmuş olduğu düzeni Fransa’dan kopuk bir şekilde ele alamayız. Bunun sebebi Amerika kurucularının çoğunun deist olarak kabul edilmesinden kaynaklıdır. (5) Britanya’da hükümdar olan kişi, VIII. Henry’den bu yana kilisenin başı iken Fransa’da böyle bir durum söz konusu değildir. Evet bahsettiğimiz durum içerisinde Fransa halen daha monarşidir ancak kendi içerisinde dine karşı bir düşünce mekanizması meydana getirmiştir. Charles Taylor “Seküler Çağ” isimli kitabının içerisinde bu duruma “İnayet Deizmi” ismini vermiş ve bir dönüm noktası olduğunu belirtmiştir. (6) Yani kısacası dışlayıcı hümanizme bağlı olarak gerçekleşen iyilik temelli din karşıtlığı anlamına gelmektedir. Yani insanın iyi olabilmesi için dinin kurallarına ihtiyacı yoktur düşünesi olarak da yorumlanmaktadır.
O zaman burada Thomas Paine bir eleştiri getirebilir miyiz? Evet getirebiliriz çünkü Thomas Paine Amerika’nın Britanya hatta Avrupa olmasa daha çok gelişebileceğini söylemiştir. (7) Ancak Avrupa’da meydana gelen aydınlanmadan kopuk bir Amerika düşünebilir miyiz, ya da Amerikan Aydınlanması gibi bir durum ile karşılaşabilir miyiz? Açıkçası zor bir durum. O yüzden Tocquevielle’in olaya yaklaşımı daha kapsayıcı bir ifadeye sahiptir.
Eski Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chriac (1932-2019)
Peki Amerika konusuna neden bu çok kadar vurgu yapıyoruz? Bunun yegâne sebebi Amerika’nın günümüzde ayakta kalabilmesi için belli başlı ilkelere bağlı olması ve bu ilkeleri birçok ülke veyahut ayrılıkçı gruba karşı koruması gerekmektedir. Peki o halde bu düşüncenin çekirdek yapılarından birisi olan Fransa için bahsetmiş olduğumuz durum geçerli değil midir? Bu cevap farklılık göstermekle birlikte bence geçerlidir, ancak Fransız Sekülerizmi her ne kadar benzerlik gösterse de bir o kadar kendine has karakteri vardır. Diğer Avrupa ülkeleri dine karşı özellikle Müslümanlık üzerinden tamamen düşmanca bir tavır takınmaz. Ancak Fransa için konu İslam olduğu zaman diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir anlam taşımaktadır. Bunun sebebi kendi ülkesi içerisindeki toplumun baştan dine karşı yaklaşımı çok zayıf olmasından kaynaklıdır. Üstelik 68 milyonluk bir ülkenin 7 milyonunun Müslümanlar meydana getirirken Fransa’nın böyle bir duruma sessiz kalması son derece imkansızdır. İsterseniz gelin hep birlikte Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından Jacques Chirac’ın 2003 yılında yaptığı konuşmasını hatırlayalım:
“Laisite geleneklerimize kazınmıştır. O bizim Cumhuriyetçi kimliğimizin kalbindedir. Laisite, tüm vatandaşların inanması gereken bir ilkedir: ‘’Benim tüm Fransızları çatısı altında toplamaya çalıştığım laisite ilkesi, cumhuriyetin köşe taşı ve saygı, hoşgörü ve diyalog gibi ortak değerlerimizin harmanlandığı bir bohçadır. Laisite Fransız Anayasası’nın temel sütunudur. Anayasanın değerleri, bizim bir millet olarak birliğimizin tam kalbinde yer alır. Bu değerler sesimizi uzaklara duyurur ve dünyaya yayar. Bunlar Fransa’yı yaratan değerlerdir. Laisite temel inanç haklarını koruyan bir doktrindir: ‘’Laisite vicdan özgürlüğünü teminat altına alır. İnanma veya inanmama hürriyetini muhafaza eder. Laisite, başkalarını kendi kanaât ve inançları ile tehdit etmeksizin herkese inanç ve kanaâtlerini barış içinde ve özgürce açıklama ve uygulama imkânı sağlar. Fransa, laisitenin hoşgörüyü yücelttiği bir farklılıklar diyarıdır. Laisite ‘’Cumhuriyetin önemli başarılarından biridir; sosyal barışın ve milli âhengin vazgeçilmez umdesidir; zaafa uğratılmasına asla izin veremeyiz! Bu sebeple, laisite, Fransa’da birliği temsil eden ve tüm dünyaya örnek teşkil eden temel bir değerdir.” (8)
Chirac, aslında anlatmaya çalıştığımız konuyu bir bütün halinde Fransa açısından en çarpıcı şekilde açıklamıştır. Konuşmasını dikkatli bir şekilde incelediğimiz zaman yukarıda bahsetmiş olduğumuz Fransız etiğini ve dine karşı yaklaşımını ayrıntılı bir şekilde anahtar kelimeler ışığında çözebiliriz. Ancak hepimizin asıl sorması gereken soru şu: Chirac gibi birçok Fransız için hayati öneme sahip olan bu düşünce şekli Fransa’da yaşayan 7 milyon Müslüman için ne anlam ifade ediyor? İşte bu sorudan yola çıkarak Fransa’da Müslümanlara yönelik neden bir baskının olduğunu ve alternatif bir düşünce olarak Fransız İslam’ı teriminin uygulanabilir bir görüş olup olmadığını daha ayrıntılı şekilde ele alabiliriz. İşte giriş kısmında bahsetmeye çalıştığımız bu durum olaylar zincirinin bir sonucudur.
Chirac kesinlikle bu düşünceden taviz vermemeliyiz diyordu. Peki bu söz bizlere Fransa’nın neden bir risk grubu içerisinde olduğunu açıklayabilir mi? Evet açıklayabilir çünkü 7 milyon Müslümanın Fransa’nın çizdiği bu çizgiden gitmesi oldukça zor bir durumdur. İslam dini temelde Allah’a ve onun elçisi olan Hz. Muhammed’e bağlıdır. Bu açıdan bir Müslümanın Kur’an’da yazana aykırı bir hayat yaşaması pek mümkün değildir. Peki Müslümanın bu yaşam tarzı Fransa içine anlama gelmektedir? Fark ettiyseniz iki taraf açısından bütünsel etiğin çok farklı olduğu görülmektedir. Bir Müslümanın Fransız Laizmini benimsemesi her ne kadar zorsa bir Fransız’ında Müslüman hayatını benimsemesi bir o kadar zordur. Bahsetmiş olduğumuz Fransız bireyinin cumhuriyetin ilkelerine sıkı sıkı bağlı olması gerekmektedir, yoksa bir Katolik bu durumu kendi özgür iradesi ile din değiştirme çatısı altında ele alabilir.
(Grafik 1. 1990 ile 2018 yılları arasında Fransızların tahammül edemedikleri etnik grup ve dinlerin grafiği. Mavi renk Yahudiler, Yeşil renk Müslümanlar, Kırmızı renk Mağrip dediğimiz Cezayir, Faz, Tunus, Batı Sahra ve Libyalı göçmenler, Mor renk Siyahileri temsil etmektedir. Via: https://www.brookings.edu/research/muslims-and-the-secular-city-how-right-wing-populists-shape-the-french-debate-over-islam/.)
Peki Fransa, Müslümanları kendi kültürel potası ve seküler ideolojisi altında asimile edemezse bir korku içerisine düşebilir mi? Evet kesinlikle düşebilir çünkü korumaya çalıştığı düzenin ülke içerisinde yaşayan herkes tarafından benimsenmesi gerektiği düşünesi sürekli olarak politikacılar tarafından uygulanmak zorunda olunan bir gerçek olarak gözükmektedir. O halde Fransa içerisinde yaşayan bir Müslüman doğal olarak düzene karşı bir konumdadır. O halde Fransa bunu kendisine göre bir şekle sokabilir mi? Evet deneyebilir ancak bahsettiğimiz din İslam olunca imkânsız bazı noktalar ile karşılaşırız. Çünkü İslam, Hristiyanlık gibi reforme edilmiş bir temelden gelmemektedir. Her Müslümanın kabul ettiği gibi İslam, Hz. Muhammed döneminde tamamlanmış ve belirli zeminlere oturtulmuş bir dindir. Bu açıdan İslam’ın reforme edilmesi son derece hayali bir düşüncedir. Üstelik reforme edilmiş bir dinin ilahilik düzeyi halen daha tartışma konusudur. Bunun sebebi insan eli değmiş olan dinin kutsallığı gitmiştir düşünesine bağlı olmasıdır. Evet bu durum dindar birisi için oldukça geçerli bir açıklamadır. Ancak sekülerizmi birincil amaç olarak gören Fransa için geçerli midir? Açıkçası değildir çünkü Fransa kendi ülkesi içerisinde Hristiyanlara uyguladığı laiklik asimilasyonunu Müslümanlara uygulanabileceğini düşünmektedir. O yüzden son dönemlerde haberlere baktığınız zaman İslam’a karşı en katı duruşu sergileyen ülkenin Fransa olduğunu görmek kaçınılmaz bir gerçek gibi karşımıza çıkmaktadır.
Hatırlasanız bir korkudan bahsetmiştik. Bu korkunun neden kaynaklandığını ve Fransa örneği üzerinden Avrupa için ne anlama geldiğini açıklamamız son derece önemlidir. İşte bu noktada Demografi ve Fransa’nın ideolojileştirdiği sekülerizmin harmanlanmasının Müslümanlar üzerindeki etkisini ele alacağız. Henüz 1976 yılında Fransa genelinde 130 cami bulunurken bu oran günümüzde 1000’in üzerine çıkmıştır. (9) Teknik olarak bakıldığı zaman bu durum sekülerizm üzerine inşa edilmiş bir cumhuriyet için çok uç bir rakam olarak gözükmektedir. Peki Fransa, içerisindeki Müslüman artışını engelleyemiyorsa başka bir yol düşünebilir mi? Evet düşünebilir. Peki nasıl? Cevabı aslında çok basit bir açıklamaya dayanıyor. Bu düşünceye göre İslam’ın Fransa’nın 1789 yılında sonra gelen düşünce şekline göre adapte edilmesi gerekmektedir. Biz bu duruma bir asimilasyon da diyebiliriz. Böyle bir şey mümkün müdür? Açıkçası çok zor çünkü yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere İslam reforme edilebilecek bir yapıya sahip değildir. Peki o zaman Fransa, İslam ve Müslümanların üzerine her geçen gün daha fazla gidecek midir? Evet gidecektir çünkü iki taraftan birisinin kendi ilkesine göre ayakta kalması gerekmektedir.
O zaman nasıl bir Fransa ortaya çıkmaktadır? İşte bu sorunun cevabı karşımıza aşırı sağcı bir Fransa’yı çıkartmaktadır. Evet bahsetmiş olduğumuz bu ihtimal oldukça güçlü bir durumda kendisini korumaktadır. Keza Marine Le Pen gibi Fransız Sağ’ının önder isimleri bundan beslenmiyor mu? O zaman Fransa İslam’ın üzerine her gittiği zaman bir adımda daha aşırı sağın ağına düşmektedir. Peki bu durum Fransa’nın 1940 yılında Nazi Almanya’sı tarafından işgal edildiği zamanki faşist yönetiminin tekrardan dirileceği korkusunu tetikleyebilir mi? Evet kesinlikle tetikleyebilir. Bu Fransa’nın günümüzdeki en büyük korkularından birisidir. Çünkü Avrupa Entegrasyonuna ters olan aşırı sağcı eğilim otomatikman Avrupa’nın geleceğini riske atmaktadır. Üstelik Brexit sonrası Avrupa için en çok korkulan durumlardan bir tanesi hiç şüphesiz Fransa’nın ya da Almanya’nın aşırı sağın pençesine düşüp birliği dağılma sürecine götürmesidir. İşte bahsettiğimiz bu durum ilk korkudur. Peki ikincisi hangisidir? İşte bu sorunun cevabı oldukça eleştirilen ama gerçek korkular üzerinden kaleme alınan Michel Houellebecq’nin İtaat isimli eserinde yatmaktadır.
Michel Houellebecq, eserinde Müslüman bir Fransa yaratmıştır. Eser içerisinde Fransa’nın diğer Batı Avrupa ülkeleri gibi iç savaşa sürüklendiği ve Marine Le Pen gibi isimlerin laiklik üzerinden halkı nasıl bir ayrıma götürdüğü işlenmiştir. En sonunda ise Müslüman Kardeşler tarafından yönetilen bir Fransa’nın nasıl olunabileceğini ortaya koymuştur. Yani Şeriata uygun bir şekilde yönetilen Fransa! Evet şimdi düşününce aklımıza imkânsız gibi gelen bir durum büyük bir korkunun ürünüdür. Kısacası en genel algı, Fransa’nın kurduğu düzenin bir gün İslam ve Müslümanlar tarafından ortadan kalkacağı düşüncesidir. Bu bile başlı başına Fransız İslam’ı olarak adlandırılan hayali düşüncenin ana tetikleyici unsurudur.
O halde Fransa’nın 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı sonrası meydana gelen gelişmeler ışığında Amerika’nın yanında İslam’a karşı sert tutum sergilemesi kaçınılmaz mıdır? Bir başka deyişle Fransa bu tutumundan vaz geçmezse kaçınılmaz olarak aşırı sağın ve popülist liderlerinin pençesine düşebilir mi? Evet kesinlikle. Kısacası bugün Batı olarak gördüğümüz homojen birliktelik, Amerika ve Fransa’nın ortak hareketleri sonucunda bölünmüyor mu? Jürgen Habermas “Batı dünyasını bölen, uluslararası terörizm tehlikesi değil, bizzat Bugünkü ABD hükümetinin uluslararası hukuku görmezden gelen, Birleşmiş Milletler’i kenara iten ve Avrupa’yla ipleri koparmayı göze alan politikalarıdır.” (10) şeklindeki tezine Fransa üzerindeki etkisini dahil ederek genişletebiliriz. Amerika’nın Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ayakta kalabilmesi için kendisin tehdit eden bir düşmana ihtiyacı vardı. Bu düşman ise İslami Terörizm olarak adlandırdıkları bölücü terör örgütleriydi. Avrupa’nın büyük bir kısmı İslam’ı terörizm olarak görmek istemedi. Çünkü bu durum Avrupa’yı olası bir durumda karmaşanın ortasında bırakacaktı. Bu açıdan Donald Trump dönemini George W. Bush’un bir devamı olarak değerlendirebilir ve Amerika ile Avrupa arasındaki bağın zayıflamasının yaklaşık yirmi yıllık bir süreç olduğunu rahatlıkla kavrayabiliriz. O halde Habermas tezinde haklı mıydı? Evet kesinlikle haklıydı.