Alman yazar Ernst Jünger, modern bireyin Denizci Sinbad gibi olduğunu söyler. Ona göre biz modern bireyler çok büyük bir gecikme halinin temsilcileriyiz. Bize şekil veren kavramların ve eylemlerin farkında olmadan yaşamlarımızı devam ettiririz. Yaşadığımız her kriz anında ise geç fark edilmişlikten ötürü bir kavrama ve eylem sorunu yaşarız. Tıpkı Sinbad ve tayfaları gibi bir adada yaşadığımızı düşünürüz. Aslında o ada dev bir balıktır ve kendisi harekete geçtiği zaman olayın gerçeği fark edilmiştir.
Sinbad’ın bu durumu yakın dönemin düşünürlerinde de kendisini göstermektedir. Michel Foucault ve Jean Baudrillard arasında bu geç fark edilmişliğe ya da o gibi görülen bir durum meydana gelmiştir.
Bu durumun oluşmasını sağlayan kişi aslında Jean Baudrillard’dır. Kendisi Michel Foucault hayattayken 1977 yılında “Foucault’yu Unutmak” isimli bir tenkit çalışması kaleme almıştır. Bu eser içerisinde kendisi Foucault’ya emeğinin hakkını temsil ediyor gibi gözükse de aslında Foucault’nun yazdıklarının bir simülasyondan ibaret olduğunu ileri sürmektedir. En temel iddiası, Foucault görüyor diye böyle bir cinsellik, böyle bir iktidar, böyle bir baskı mevcuttur. Foucault’nun anlatmak istediklerinin geçmişte yaşandığını ve bittiğini ileri sürerek Foucault’nun iş işten geçtikten sonra gelen bir Mesih olduğunu iddia etmektedir. Kısacası Foucault, günümüzde geçerli olan bir durumdan değil bir yanılsamadan bahsetmektedir ve bu onun için Simülakrlar ve Simülasyonların meydana geldiği bir anlatımın yansımasıdır.
Baudrillard, Foucault’yu büyük bir kurnazlıkla itham ederek geçmişten belirli noktalar seçerek bir anlatım meydana getirdiğini iddia etmektedir. Ona göre Foucault’nun bahsetmiş olduğu cinsellik ve iktidar bir baskı ile toplum ve birey üzerinde etkili oluyorsa en sonunda bir yerde bitmeye mahkumdur. Bu baskının eylemsel kısmının ise Foucault’nun anlattığı gibi olmadığını ileri sürer. Cinselliğimizden, toplum içindeki konumumuzdan bahsetmek isterken bir baskıya neden ihtiyacımız olsun ki der. O yüzden Foucault’nun ileri sürmüş olduğu baskı temelinin çok sağlam bir dayanak olmadığını belirtir.
Foucault’nun iktidar ve baskı tanımına bu kadar yüklenmesindeki sebep, iddia edilen iktidarın bu kadar derinlere sızamayacak bir güç olmasındadır. Baudrillard’a göre, Foucault’nun iktidar tanımı yani toplumun hemen her kısmına sızabilen bu güç eğer gerçekten başarılı oluyorsa ve kendi baskısını hemen her yerde hissettirip bir dönüşüm meydana getiriyorsa insanların bu görünmez iktidara dayanmak yerine boyun eğmesi gerekmektedir. Yani direniş göstermeleri gereksizdir. Buradan kendisi, Foucault’nun aslında anlatmak istediği baskıya karşı bir övgü meydana getirdiğini yani onu destekleyecek bir anlatıma sahip olduğunu ileri sürer. O yüzden bu baskı gerçek bir baskı değil Foucault’nun baskısıdır ve bireyle alakası temelde yoktur. Bu baskı, cinsellik ve iktidar mitsel bir anlatımdan başka bir şey değildir onun gözünde.
Baudrillard, Foucault’nun anlatmış olduğu baskıcı ve dönüştürücü iktidarın ondan önce kaybolduğunu savunmaktadır. Bu anlaşılamayan kaybolmanın arkasında bir iktidar aramak bahsetmiş olduğu simülasyonun bir yansımasıdır onun için. Ona göre bir yerde devrim ya da hareket oluyorsa bilinmelidir ki asıl devrim harekete geçilmeden önce yaşanmıştır. En temelde şunu der; bir sıkıntı ya da olaya tepki veriliyorsa bu gecikmeden yani yanılsamadan başka bir şey değildir. Yani esas devrim önceden yaşanmıştır ve bu verilen tepki bir simülasyondan ibarettir. İleri sürdüğü düşünceyi sizlere şu şekilde bir örnekle açayım; Fransız devrimi aslında yaşanmadan önce yapılmış ve bitmiştir. Bunu yapan önderlerin ve halkın tepkisi bir gecikme ürünüdür ve asıl iktidar olmak isteyen kişilerin ve topluluğun aruzu diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü arzu ona göre, eyleme geçilmeden önce hissedilen bir kavramdan ibarettir. O zaman meydana gelen olayın sonuçları içerisinde arzunun aranması ona göre bir saptırmadır.
Baudrillard, özellikle bu konuda Gilles Deleuze ve Félix Guattari’ye (Lacan’da dahil olmak üzere) ciddi şekilde yüklenmektedir. İki isim ona göre hemen her konuyu arzuya bağlamaktadır ve onların gördüğü arzu var diye olayların sonuçları içerisinde arzu aranmaması gerekmektedir. Deleuze’ün arzu dediği kavramın Foucault için iktidar olduğunun altını çizerek ikisinin anlaşmalı bir suç ortaklığı içerisinde olduğunu sürekli dile getirmektedir. Ancak Baudrillard’ın burada kaçırmış olduğu durum, Foucault’nun arzu yerine “haz” kavramını kullanıyor olmasıdır. Foucault belli başlı durumlar içerisinde arzunun yerine özenin hazzını aramaktadır yani arzunun oluşum aşamasına dikkat çekmek istemektedir. Bu açıdan Foucault’nun Deleuze ve Guattari ile aynı çizgide olduğunu söylemek yanlış bir değerlendirme olur.
Baudrillard için Foucault’nun anlatmak istediği iktidarın bir geri dönüşü olmak zorundadır. Yani bir baskı varsa bunun bir geri dönüşü yani tepkisi olmalıdır. Ancak o, Foucault’nun anlatımında bir geri dönüşün olmadığını söyleyerek iddia edilen iktidarın görünmez olmayı bir kenara bırakıp insanın bilinçaltına inemeyecek olduğunu iddia etmektedir. Yani insanın bilinçaltında geri dönüşü olmayan bir baskının, cinselliğin ve iktidarın var olduğunun iddia edilmesi bir mitten ibarettir. Ona göre Foucault, ele almış olduğu kavramların anlamını saptırmış ve başka bir forma sokmuştur. Baudrillard’ın en büyük iddiası, Foucault’nun söyleminin tek gözüktüğü noktayı faşizm olarak belirtmesidir. Ona göre, başta cinsellik olmak üzere hemen her durumda bir baskı ile karşılaşıyorsak ve belli bir dönüşme uğruyorsak, faşizmin idaresi altındayızdır. Baudrillard bu yüzden, Foucault’nun söylemini faşizmin öğreneğinde bulunacağını ve bu söylem üzerinden kendisinin yeniden değerlendirilmesini hatta kendisinin unutulması gerektiğini savunmaktadır. Bu yüzden Foucault, kavramların ve eylemlerin anlamı konusunda Baudrillard için sorun yaşamaktadır ve iddia edilen durumların gerçekleşmesi de mümkün değildir.
Michel Foucault, Baudrillard’ın iddia ettiği gibi bir durum içindeyse eğer sürekli olarak kendisi ile kavga eden bir ismi okuduğumuzu düşünmeliyiz. Üstelik bu kavganın temelinde kendisini sürekli olarak kandıran bir kişiyi görüyoruz onun gözünden. Şimdi bu açıdan bakıldığı zaman hangi Foucault sorusu karşımıza çıkıyor. Yani Foucault’yu kendisi olarak mı ele almamız lazım yoksa Baudrillard’ın Foucault’su olarak mı ele almamız gerekmektedir? Çünkü Baudrillard onu kendisi olarak ele almış ve bir anlatım üzerinden dönüşüme sokmuştur. O zaman Foucault’ya karşı iddia ettiği durumun aynısını kendisi uygulamaktadır. Yani Foucault’ya göre bir cinsellik, iktidar ve baskı varsa Baudrillard’e göre de bir Foucault vardır. Burada hepimizin gözünden kaçan başka bir kurnazlık olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu kurnazlığı çözmemizi sağlayacak yol ise Foucault’yu kendimiz olarak anlayarak ortaya çıkacak sonuçların bütünüdür.
Foucault’nun ele almış olduğu cinsellik, iktidar, baskı kavramlarından önce bütün kavramları gözden geçirdiği eseri Kelimeler ve Şeyler’e dikkatlice bakılması gerekmektedir. Foucault, eseri içerisinde aslında düşüncelerimizin birer tarihsel düzlemden meydana geldiğini anlatmaktadır. Ona göre şeyleri, sesleri ve hareketleri adlandırmak için kurmuş olduğumuz kavramlar belirli bir mekanizma meydana getirerek bir düşünce düzlemi yaratır. Bu yüzden kurmuş olduğumuz birçok kavram aslında doğaya ve insana karşı yaklaşımımızı şekillendirmektedir. Bu şekilde doğa yasaları ve insan bilimleri kavramın kavramsallığı olarak tarihin düzlemi içerisinde geçmişten geleceğe nesil aracılığı ile aktarılır. Foucault, bu şekilde aslında düşüncenin şimdi kısmında hür olmadığını, geçmişten gelen bir anlatım ile meydana geldiğini ileri sürerek geleceğe aktarılmak istenenin geçmişin bir devamı olarak kabul etmektedir. Bu şekilde kavram eğer geçmişte ortaya atıldıysa şimdi anında gösterilen hareket geçmişteki kavramın eylemselliğine göre şekil almaktadır.
Ona göre kavramlar belirli bir kuralı olan şekillendirici göreve sahip güçlerdir. Örnek olarak bizler aşk kavramını karşımızdaki kişiye karşı duymuş olduğumuz hisler için kullanırız. Aşk kavramı bizden eylem beklemektedir aynı zamanda. Kısacası aşkı sadece düşünmekle kalamayız aşk kendi içerisinde itiraf eylemi beklemektedir. Yani itiraf edilmemiş bir aşk gerçekleşmeyen bir simülasyondur Foucault’nun anlatımına göre. (Kolay anlaşılabilmesi için aşk kavramını biz kullanıyoruz.)
Foucault, burada kavramların eylem beklemesi sonucunda aslında bireyin düşünürken neden hür olmadığını anlatmaktadır bizlere. Çünkü kavram ya da kelimeler herhangi bir şeye dil aracılığı ile şekil vermiştir. Bu şekil tarihin düzlemi içerisinde bir sonraki nesille geçer ve ilk kavramın dışında söylenenin kabul edilmesi oldukça zordur. Bir örnek daha verecek olursak; mora mor deriz lacivert diyemeyiz çünkü mora geçmişte mor denmiştir ve yarın mor bir kıyafet alacağım dediğimiz zaman kelimeyi sadece hayal edilen yarına aktarmış oluruz. Foucault bu yüzden geçmişte olan bir şeyin ya da durumun gelecekte de olacağını söyler. Bu tarihin tekerrür etmesi olarak algılanmamalıdır. Çünkü kendisi bunun olmayacağını bizlere kelimeler ve kavramlar aracılığı ile anlatmak istemektedir. Kavram kendi içerisinde kendisine has bir eylem barındırıyorsa ve bu düşünce geçmişin şimdiye bir etkisiyse gelecek, kavramın eylemsel boyutuna göre şekil alan bir düşünceden ibarettir. Kısacası kavramlar tarihin düzlemini yaratır ve eylemleri ile insanın olayları yaklaşımını temelden etkiler.
Şunu sorabiliriz kendimize: Duygularımızı hissederken hür müyüz, ya da şu anda yapmış olduğumuz hareketler bizim şu anda almış olduğumuz bir karar mıdır? Foucault’nun anlatımını merkeze alırsak hür olmadığımız gözükmektedir. Ona göre insan doğası diye bir durum söz konusu değildir. Kavramlar kavramları doğurur ve insan nesil aracılığı ile tarihsel düzlem içerisinde ona göre şekil alır. Şu anda insan olma vasıflarımızın geçmişten kavramlar ve kelimeler aracılığında geldiğini düşünürsek geleceğimiz yine bir kavramın bize tanıdığı düşünme mekanizması sonucunda olacaktır.
Foucault, gizliden de olsa bizlere kavramların iktidarı ve baskısını göstermektedir. En temelde şuna inmek ister kendisi; bize şekil veren bu kavramlar hür düşünmemizi de engellemektedir yani şu anda düşündüklerimiz bile geçmişin bize vermiş olduğu bir güçtür. Bu açıdan kişi kendisine şekil veren kavramlar yani geçmişin üzerine sürekli olarak bir düşünme eylemi meydana getirmelidir. Kendisi Cinselliğin Tarihi adlı eserinde şu örneği verir: Heteroseksüel ve Homoseksüel kavramları 19. yüzyılın cinsel söyleminin bir sonucudur. O zaman günümüzde kendisini heteroseksüel ya da homoseksüel olarak gören birisi son 200 yıllık tarihin bir ürünüdür bütün tarihsel sürecin değil. Bu yüzden kendisi bir gün cinselliğin yani cinsel kavramların biteceğini düşünmektedir ki Baudrillard böyle bir durumda yeni bir cinselliğin oluşacağını söylemektedir. Aslında Baudrillard, Foucault’ya cinselliğin iktisadi formundan yüklenirken yeni bir iktisadi form yaratmıştır ancak söylemin şahsi kanaatimce farkında değildir ya da yanlış yorumlamıştır.
Foucault’nun cinselliğin bir gün biteceği düşüncesini aslında daha derinlemesine incelemek gerekmektedir. Hatırlarsanız Nietzsche bizlere “Tanrı öldü, onu bizler öldürdük” derken Aydınlanma döneminin düşünce yapısına gönderme yapmaktadır. Burada vurgulamak istediği asıl şey şuydu: Tanrı’nın var oluşu bu zamana kadar kendisini bir şekilde gösteriyordu ancak insan kendisine şekil veren her kavramı yeniden değerlendirirse Tanrı’nın varlığı insana acı mı yoksa mutluluk mu verir sorusunu sordurmak. En temelde Tanrı, din, geleneğin ve ahlakın meydana getirmiş olduğu birikimin doğal sonucuydu. Bu kavramlar değerlendirildiği zaman ise Tanrı’nın aslında ne olduğunu ve insan üzerindeki etkisinin geçmişte bahsedildiği gidip olup olmadığını değerlendirmek gerekmektedir. Nietzsche’nin bu yüzden “Tanrı öldü” derken büyük bir boşluğun meydana geldiğini belirtiyor olsa da asıl amacı Hristiyanlığın Platoncu temellerini göstermek olmuştur. Bu açıdan Nietzsche, bizlere aslında bir kökenin yok oluşunun nasıl bir durum olduğunu anlatmak ister. Düşüncelerimiz, inançlarımız, geleneklerimiz ve en temelde dilin nasıl bir etkiye sahip olduğuna işaret ederek insanın şu anda neye göre şekil aldığı sorusunu modern bireyin karşısına çıkartır. O yüzden Nietzsche için modern insan, her zaman kaybolmuş bir haldedir ve geleceğin belirsizlikleri şu ana kadar gelen tarihselliğin etkisinde bilinçdışı hareket eden bireyin elinde şekil almaktadır. Kuşkusuz bu nokta, Foucault ile Nietzsche arasındaki bağın en net gözüktüğü yerlerden birisidir.
Fark ettiyseniz Nietzsche, bir arkeolog gibi geçmişin şu ana etkisini kazarak incelemeye tabi tutar. Bu duruma değinmemizin sebebi ise Foucault’nun da bu yöntemi bütün eserleri içerisinde yapıyor olmasıdır. Foucault bizlere cinselliğin kökenine inmeliyiz derken aslında en görünmez noktalardan birisine ışık tutulması gerektiğini düşünmektedir. Bu açıdan Foucault, cinselliğin konumu üzerine düşünmenin insanoğlunun sınırları ile yüzleşmesi gereken önemli noktalardan birisi olarak değerlendirir. Ancak en temelde bizlere kavramın bilinçdışı halini göstermek ister çünkü ister cinsellik ister gelenekler ister kanunlar olsun toplumlar içerisinde şekillendirici güce sahip kavramların görünmez bir dönüştürme gücü vardır. Bu yüzden Foucault, bilinçdışını tarihin düzlemselliği olarak kabul eder ve insan doğasının varlığına bir ket vurarak tarihin kendisine göre bir ilerleme şekli olduğunu anlatmak ister. Bu yüzden tarihselliğin kişi üzerine olan etkisini görmek için geçmişin düşünce yapısı ve kavramları yeniden gözden geçirilmelidir. Tıpkı Nietzsche’nin yapmış olduğu gibi. David Macey’in dediği gibi “Nietzsche, Tanrı’nın öldüğünü duyurmuştu, Foucault ise insanın öldüğünü duyurdu.” Bu söz son derece radikal gözükür ancak Foucault, insanın ölme halini en temelde kavramların etkisini yitirmesi olarak kabul eder. (Örnek: Hafıza kaybı yaşamış birisi hayata yeniden başlamak için tarihsel dilin gücüne ihtiyaç duymak zorundadır çünkü dilin iktidarı olmadan yeniden iletişim kurması son derece zordur) Burada birçok kişi Foucault’nun eskiye övgü dolu bir yaklaşım içerisinde olduğunu düşünse de şahsi düşüncem daha net bir noktada olmadığımızdır. Dikkat ederseniz henüz ne olduğu belli olmayan Postmodernist düşüncenin kökenlerini Foucault üzerinden değerlendirmiş bulunmaktayız. Şimdi gelin Foucault’nun başka değerlendirmelerine bir göz atalım.
René Magritte’nin “Bu bir pipo değildir” isimli çalışması.
Resme ilk baktığımız zaman hepimiz bu cisme pipo diyoruz çünkü ona geçmişte pipo denmiştir. Modern sanat, bizlere resmin kendisinden başka hiçbir şeye ait olmadığını ve benzeyişe dayalı canlandırıcı etki gerçekliğe gömülü olan dilden özerk olduğunu söyler. Foucault ise benzeyiş durumunun kopyaları ile benzeme ilişkisinin sağlam temeli üzerinden ‘’düzene koyan ve sınıflandıran bir ilk gönderim temelini varsaydığını’’ söyler. Michel Foucault, Bu Bir Pipo Değildir, s. 14, İstanbul 2021
Foucault üremeyi ölüme karşı bir direnme eylemi olarak anlatır. Yani nesil devam ettikçe kişide oluşan ölüm duygusu yerini onu yenmişliğe bırakır. Bu durum bilinçdışı içerisinde varlığını sürdürür onun için. Bu yüzden kendisi ölüm ve cinsellik kavramının en temeline yani Antik Yunan dönemine inmeyi tercih eder.
İktisat olarak belirtmek istediği durum ise cinselliğin üretkenliği üzerinedir. Üretkenlik, sonsuz yani ebedi olma durumunun insanoğlu tarafından yaratılma çabasının karşılığıdır. Yani soyun devam etmesi kendisine ait olan parçanın ebediyete kadar ulaşacak olmasının karşılığı gibidir ki bu durumda kabul edilmeyen tek şey ölümdür. Üremek aslında bilinçli bir eylem değil bilinçsiz bir eylemdir onun için çünkü popülasyonlar günümüze kadar ilk baştaki formunun bilinçdışı halini nesiller aracılığı ile devam ettirmektedir ve sanki zorunlu yani iktisadı (üretkenliği) olan bir eylemmiş gibi gelenekler ve dinler etrafında dikte edilmektedir. Çünkü Foucault, üreme eyleminin hayvanlardaki gibi bir varoluş olmadığını belirtir ve belli başlı kavramlar etrafından şekil aldığına işaret eder. Yani ölüm kavramına yaklaşım bugün en başta kadınlar olmak üzere erkeğin konumuna işaret etmektedir. Bu açıdan kadınlar, nesillerin devam etmesi için sindirime tabi tutulan bir yaşam formu olarak tarihin düzlemi içerisinde erkek tarafından şekil verilmiş bir haldedir.
Caravaggio, tarafından yapılan Judith Beheading Holofernes (Judith Holofernes’in Kafasını Kesiyor) isimli çalışması. (1598–1599 or 1602)
Tabloda erkek tiranlığına karşı bir anlatım mevcuttur. Erkek tarafından ahlaksızlıkla suçlanan ya da o gibi bir suç işlemiş kadının cezasının tam tersi bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer bu cezaları kadın veriyor olsaydı ne olurdu sorusunu sordurtmaktadır bizlere.
İtirafın gücüne temelden yaklaşan Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde birey tanımının nasıl ortaya çıktığını ve kişinin bütün bilgilerinin kayıt altına alınmasını disiplin toplumu üzerinden anlatır. Topluluk içerisinde hemen hemen herkesin bilgisinin toplandığı bir depo hayal edelim. Bu depo toplumun birçok noktasına etki ederek görünmez bir dönüştürme meydana getirir. Meydana gelen bu dönüşüm, bireyin davranış biçimleri kontrol altına alır ve tedavi olarak değerlendirilen yöntemler sonucu suçlu olsun olmasın bir iktidar etrafında gözetime tabi tutar. Bu gözetim eğitim, klinik, hapishane, yargı ve kanunlarda gizlenen yani görülmeyen en temel noktadır. İtiraf etme eylemi ise bu gözetimin ana itici unsurudur çünkü itiraf, “birey” (Foucault birey kavramının son 400 yılın söylemi olduğunu söyler) olarak adlandırdığımız kişinin toplum içerisindeki konumunu belirler. Ancak bu itiraf, kolektifin yani topluluğun kabul ettiği kavramlara göre şekil alır ve kişi bu itiraf üzerinden aslında kendisine has olmayan bir karakter meydana getirir. En temelde Foucault, cinsel kimliklerin, hastalıkların, söylemlerin konuşulduğu bir geçmişe işaret etmektedir. O yüzden tarihselliğin oluşturduğu hür olmayana karakterlere ve düşüncelere sahip olduğumuzun altını sürekli olarak çizmektedir. Foucault’nun bu açıdan söylemi aslında bir yapbozun parçası gibidir.
Vincent van Gogh tarafından yapılan Tutuklular Çemberi isimli tablo. (1890)
Tablo aslında Gustave Doré’nin 1872 yılında yapmış olduğu bir gravürden esinlenerek yapılmıştır. Tablo içerisinde mahkûmlardan birisi (hemen ortada yer alan sarı saçlı mahkûm) iddiaya göre van Gogh’un kendisidir. Resim belli bir gözetimin, tek tip hareketin ve belli bir alana sahip olan bireyin hapsedildiği hapishaneyi yansıtmaktadır.
Francisco Goya tarafından yapılan Engizisyon Sahnesi tablosu. (1812-19)
Tablo içerisinde dine karşı suçlardan yargılanan mahkumların değişik kıyafetler giydirilip yargılanması işlenmektedir. Ancak tablonun en çarpıcı yani kolektif bilincin insan üzerindeki etkisi üzerinedir. Kişi, kolektifin kabul ettiği ve kutsal saydığı durum karşısında ona aykırı geldiği için öteki olarak karakterize edilmiştir. Bu açıdan suçlarımızın birçoğu aslında toplumun kendi kabul etmiş olduğu değerlere ve normlara göre şekil almaktadır. Bu durumda gerçek suçun neye göre işlendiği oldukça büyük bir tartışma konusudur. Foucault bu yüzden asıl gizli dönüştürücülerin başında kanunlar olduğunu söylemektedir. İnsanlar aslında hükümdara, belirli bir zümreye ya da bir hükümete kızarken aslında kanunların kendileri üzerindeki etkilerinin farkında değildir. Kanunlar insanların mevcut durum içerisinde insan olmasını sağlayan ve sürekli olarak gizliliğini (ayartma) koruyan bir güçtür onun gözünde. Bu yüzden insanlar kanunlar üzerine bir düşünce eylemi meydana getiremiyorsa kızmış oldukları şey karşısında sıkıntı yaşamaları kaçınılmazdır. Foucault bu yüzden Aydınlanma döneminin asıl amacını toplumların ve bireylerin davranış biçimlerinin kontrol altına alınması olarak kabul eder.
Bu yapbozun yok olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Bütün bilgilerin toplandığı son 400 yıllık süreç kendisini şekil değiştirerek devam ettirmektedir. Örnek olarak eskiden kişilerin bilgileri kamusal alanda toplanırken şimdi sosyal medyalarımız ve kişisel sanal adreslerimiz ile toplanmaktadır. Bu açıdan Foucault’nun bahsetmiş olduğu iktidar sadece çağa göre şekil almış ve etkisini gizliden gizliye devam ettirmektedir. O yüzden iktidarın kendisi, uygulamalar ve sanal ortam olmuştur. Onun izin verdiği ve önerdiği şekilde hareket edebilir ve paylaşım yapabiliriz. Foucault’nun tabiriyle iktidar her yerdedir. Bu bir kişi ya da topluluk değil bizim bütün kavram ve eylemsel hareketlerimizin tarihsel bir bütünüdür. Bu yüzden Foucault’nun herhangi bir eserini okursanız karşınıza çıkacak başlıklar, tarihsel kavramlar ve dilin etrafında şekillen insan olacaktır. Foucault’nun felsefesi bu yüzden kavramlar felsefesi üzerinedir. O yüzden asıl amacı bir doktor gibi sorunların yerlerini bulup gerekli cerrahi çalışmayı yapmaktır. Bunu acıyı anlamsız kılmak gibi görmemeliyiz. Onun amacı bu durumu anlamsız kılmak değil, şu anki karakterimiz üzerine bir ayna tutmaktır. Söylemine örnek olarak vermiş olduğumuz sanatçılar ve tabloları (daha nicesi) ise Foucault’nun peşinden hiç ayrılmayan seslerin geçmişteki yansımalarıdır.
Sonuç
Bu yazının en temel amacı Foucault’yu savunmak ya da Baudrillard’ı haksız çıkartmak değildir. Anlatmaya çalıştığımız durum, bir düşünür nasıl ve hangi koşullarda ele alınmalıdır sorusuna cevap bulmaktır. Fark ettiyseniz Foucault’yu kurnazlıkla suçlayan Baudrillard, eseri içerisinde kendisini tenkit ederken Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler adlı çalışmasına tenkit yapmamaktadır. O yüzden Baudrillard’ın Foucault’su kavramlar konusunda karmaşa yaşamaktadır. Kendisi Foucault’yu değerlendirirken yukarıda anlatmaya çalıştığımız durumları kasıtlı ya da bilmeyerek değerlendirmemiş ve belli başlı yerlerden yüklenmeyi tercih etmiştir. Şahsi kanaatim: Baudrillard, en temelde tarihsel olan duruma karşı çıkmaktadır. Bu yüzden ister Foucault olsun ister Baudrillard olsun sadece kendi potansiyelimiz sonucunda kavranabilir. Şahsımın anlatmaya çalıştığı durum içerisinde bile kendime ait bir Foucault ve Baudrillard elbette olacaktır. Ancak yazımızın amacı bakış açımızı nasıl yaratırız ve bir düşünür üzerine görüşlerimizi nasıl açıklarız kısmını aydınlatmak adınadır.
BİBLİYOGRAFYA
BAUDRİLLARD, Jean, Foucault’yu Unutmak, Çev. Oğuz Adanır, 2. Baskı, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2017.
BAUDRİLLARD, Jean, Simülakrlar ve Simülasyonlar, Çev. Oğuz Adanır, 12. Baskı, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2018.
BAUDRİLLARD, Jean, Neden Her Şey Hâlâ Yok olup Gitmedi? Anolojik İmgeden Sayısal İmgeye, Çev. Oğuz Adanır, 2. Baskı, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2019.
FOUCAULT, Michel, Kelimeler ve Şeyler: İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 5. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2015.
FOUCAULT, Michel, Cinselliğin Tarihi, Çev. Hülya Uğur Tanrıöver, 10. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2020.
FOUCAULT, Michel, Söylem ve Hakikat, Çev. Kerem Eksen & Murat Erşen, 1. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2021.
FOUCAULT, Michel, Bilginin Arkeolojisi, Çev. Veli Urhan, 5. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2022.
FOUCAULT, Michel, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 8. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2019.
FOUCAULT, Michel, Özne ve İktidar, Çev. Işık Ergüden & Osman Akınhay, 7. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2021.
FOUCAULT, Michel, Deliliğin Tarihi, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, 4. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2006.
FOUCAULT, Michel, Biyopolitikanın Doğuşu: Collége de France Dersleri 1978-1979, Çev. Alican Tayla, 2. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2019.
FOUCAULT, Michel, Bu Bir Pipo Değildir, Çev. Selahattin Hilav, 20. Baskı, Yapı Kredi Kültür Yayınları, İstanbul 2021.
FOUCAULT, Michel, Öznenin Yorumbilgisi, Collége de France Dersleri 1981-1982, Çev. Ferda Keskin, 2. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2019.
FOUCAULT, Michel, Ölüm ve Labirent, Çev. Savaş Kılıç, 2. Baskı, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2018.
FOUCAULT, Michel, Büyük Kapatılma, Çev. Işık Ergüden & Ferda Keskin, 5. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2020.
FOUCAULT, Michel, Hermenötiğin Kökeni: Kendilik Hakkında-Dartmouth Konferansları ,1980, Çev. Şule Çiltaş Solmaz, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2018.
DELEUZE, Gilles, Bilgi; Foucault Üzerine Dersler 22 Ekim-17 Aralık 1985, Çev. Ayşegül Baran, Otonom Yayınları, İstanbul 2019.
MACEY, David, Michel Foucault, Çev. Fatih Demirci, 1. Baskı, Runik Kitap Yayınları, İstanbul 2020.
VEYNE, Paul, Foucault: Düşüncesi, Kişiliği, Çev. Işık Ergüden, 1. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul 2014.
GROS, Frédéric, Michel Foucualt, Çev. İsmet Birkan, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2021.
PARAS, Eric, Foucault: Öznenin Yitiminden Yeniden Doğuşuna, Çev. Yunus Çetin, 1. Baskı, Kolektif Kitap Yayınları, İstanbul 2016.
MARSH, İan, İntihar: Foucault, Tarih ve Hakikat, Çev. Yonca Aşçı Dalar, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2021.
MARTİN, Luther H., Huck Gutman, Patrick H. Hutton, Michel Foucault: Kendini Bilmek, Çev. James Cem Yapıcıoğlu, 5. Baskı, Profil Kitap Yayınları, İstanbul 2021.
HAN, Byung-Chul, Palyatif Toplum: Günümüzde Acı, Çev. Haluk Barışcan, 1. Baskı, Metis Yayınları, İstanbul 2022.