Öncelikle siz okuyuculara bu yazımız hakkında kısa bir açıklama yapmak istiyorum çünkü bu çalışma son bir yıl içerisinde elde edilen gözlemler ve araştırmalar sonucunda bir araya getirilmiş ve ana teması anlamaya dayalı bir düşünce etrafında şekillenmiştir. Açıkçası bu süreç içerisinde birçok yorumla karşılaştığımı itiraf etmem gerekiyor. Bu yorumlar tarihi bir şahsiyetin ele alınması konusundaki görüş farklılıklarıdır. Tarihi bir şahsiyet bazı kişiler için kurtarıcı, kahraman hatta özne haline dönüşmüş bir sembol olurken bazıları için duyarsızlığın, acımasızlığın sembolü de olabilmektedir. Güncel durumları göz önüne aldığımız zaman bu isimlerin “kraldan çok kralcı” bir bakış açısıyla ele alındığını görüyoruz ve anlaşılan odur ki savunulan kişi hakkında yetersiz bilgiler ile bu söylem gerçekleşmektedir. O yüzden şu noktaya dikkat çekmemiz gerekiyor: Tarihi bir olayı ya da karakteri değerlendirirken hangi dönemin düşünce şekli ile meselelere yaklaşıyoruz? Tarih bir gerçekliği temsil ederken günümüzdeki yani şu anki düşünce şeklimize göre şekil alabilen bir güçse bu hepimiz için başka bir çıkmazı göstermektedir çünkü şu ana göre geçmişi değerlendiriyorsak, tarih dediğimiz gerçeklik aslında bir görme biçimi haline gelmektedir. Bu durumda hangi tarih sorusunu sürekli sormamız gerekmektedir. özellikle bir yerde bir değişim arıyorsak ya da şu ana etki eden bir meseleyi anlamaya çalışıyorsak geçmiş dönemlerin düşünce şeklini ufak bir miktar da olsa da öğrenmek gerekir. Şahsım bu noktayı ele almış olduğumuz tarihi şahsiyetler için önemli bir dönüm noktası olarak görmektedir. Bu yüzden sizlere bu yazıda tarihi bir şahsiyetin hangi koşullar altında değerlendirilmesi gerektiği anlatılacaktır.
Yazımızın ana karakteri olan İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in konumuna binaen bu çalışmayı kendisinin ölümünden sonra yayımlanmasını uygun bulmaktayım. O yüzden bu çalışmayı okuyorsanız biliniz ki Kraliçe Elizabeth artık hayatta değildir. Ölümün bize göstermiş olduğu en önemli nokta, kendisinin soğuk bir gerçekliği temsil ediyor olmasıdır. Üstelik bu gerçeklik dünya üzerinde başta insanoğlu olmak üzere bütün canlılar adına en eşit andır. Bu yüzdendir ki okumuş olduğunuz yazı tarihin gerçekleşme yani ölüm anına binaen şu anda karşınızdadır.
Tarihin belirli dönemlerinde birçok devletin ya da medeniyetin dünya sahnesine çıktığını görmekteyiz. Bahsetmiş olduğumuz bu sahne, dönüştürücü yani özne olabilmiş güçlerin oynamış olduğu bir oyunun sahnesidir. Bu öyle bir oyundur ki nüfus alanı genişlemiş her toplumun kendisine ait bir tirattı mevcuttur. Tek fark sözü gelmiş oyuncunun daha önceden hazırlanmış bir metni okumak yerine kendisine ait bir söylem ile hareket ediyor olmasıdır. Bu söylem kendi etkisini hissettirebilmiş bir gücün etiğini, bakış açısını, olayları kavrama biçimini yansıtmaktadır bizlere. Yazımızın ana karakteri olan II. Elizabeth’te bu söylemin önemli bir sembolüdür.
Kraliçe’nin şahsiyetini ele almadan önce kendisine nasıl bir miras kaldığı sorusuna cevap vermek gerekmektedir. Bu cevap Windsor ya da önceki ismiyle Hannover Hanedanlığının geçmişinde saklıdır. Bilindiği üzere Britanya İmparatorluğu tarihinin en güçlü dönemini Kraliçe Victoria’nın saltanatı altında geçirmiştir. Bu döneme Victoria Çağı ismi verilmiştir. Hala büyük bir tartışma konusu olan bu dönem biz modern bireylerin ya da Michel Foucault’nun tabiriyle “biz Victoryenlerin” en önemli dönüşüm noktalarından birisidir. Bu dönüşüm kuşkusuz toplum içinde konumumuz ile alakalı olsa da temelde kadın figürü üzerinde etkisini hissettirmiş bir söylemdir. Kadının ahlakı, duruşu, kılık kıyafeti, aile ve toplum içerisindeki yapısının belirli kalıplara oturtulduğu bir dönemdir Victoria Çağı. Her ne kadar ismini kadın bir hükümdardan alıyor olsa dönemin uygulamaları son derece heteroseksist bir yapı içerisinde kendisini göstermiştir. Bu yüzden karşımıza Victoria Çağı’nın kadını lakabını almış sindirilmiş bir figür çıkmaktadır. Victoria Kadınları, bu yüzden ahlakına bağlı, disiplinli, ketum ve belli bir otoriteyi temsil eden kişiler olmak zorundadır. Bu durum kendisini, İngiliz edebiyatı başta olmak üzere Amerikan edebiyatında da göstermektedir. Ancak yazımız Kraliçe Elizabeth’le ilgili olduğu için bu kısmı geçmemiz gerekiyor. Bizim burada dikkat etmemiz gereken ana nokta: Victoria döneminin kadın profilinin, başta monarşi olmak üzere toplumun hemen hemen hepsine etki etmiş olmasıdır. Özellikle bahsetmiş olduğumuz durum kendisini ilk olarak Kraliçe Victoria üzerinde hissettirmiştir.
Bundan 3 yıl önce Kraliçe Victoria hakkında yazmış olduğum çalışmada, Kraliçe’nin annesi tarafından baskı altında büyüdüğünü belirtmiştim. Şu an fark ediyorum ki, bu durum aslında dönemin düşünce yapısının hanedanlık üzerindeki etkisiymiş. (Bu yüzden Victoria çağı sadece bir dönem olarak değil tarihin belirli bir parçası olarak ele alınması gerekmektedir.) Hannover Hanedanlığı bu yüzden çok kötü hatta birçok kişi için berbat çocuk yetiştirmeleri ile ünlüdür. Nedeni ise baskıcı bir etiğin, ailenin hemen her noktasına etki etmiş olmasından kaynaklıdır. Çocuklarına henüz küçük yaşta belli başlı kural ve kavramları vererek kendilerine ait olmayan bir karakter yaratmaları ile öne çıkarlar. Bu kural dışına çıkan çocukların cezaları ise belli başlı travmalara sebep olmuştur. VII. Edward’ın sinir hastalığı, V. George’un diksiyon sorunu, VIII. Edward’ın ailesi dışındaki insanlara karşı bağlılık sorunu yaşaması ve en önemlisi Kraliçe Elizabeth’in babası olan VI. George’un kekemelik problemi bu durumun bir yansımasıdır. Bu yüzden hanedanlık üyeleri asla kendi karakterleri için değil monarşi kurumu adına doğar ve gelişirler. Bir halkanın parçası olarak Kraliçe Victoria döneminden bu yana hanedanlığın kadın ve erkek üyeleri belli bir sistemin altında şekillenen ve daha doğmadan sorumlulukları olan kişiler olmuştur. Özellikle Kraliçe Victoria’nın bu konuda çok ciddi takıntıları mevcuttur.
Her ne kadar anlatılmasa da Kraliçe Victoria’da sinir hastalığı mevcuttur ve birçok olaya obsesiflik derecesinde tepki verdiği bilinmektedir. Çocuklarının yetiştiriliş tarzlarının yanında tahammül seviyesi oldukça düşük bir karaktere sahiptir. Eşi Prens Albert ile bu hususta çok ciddi tartışmaları olmuştur hep. Bu yüzden Victoria’nın çocukları belli başlı alanlarda her zaman özgüven eksikliği yaşayan kişilerdir. Hatta kendisinin takıntıları yaşı ilerledikçe daha da artmıştır. Örnek olarak hanedanlıkta doğacak kız çocuklarının isimlerinin içerisinde Victoria ismi muhakkak geçmek zorundadır. Bu onun hanedanlık içerisine kanun olarak yerleştirdiği bir mirastır aynı zamanda.
Kraliçe Victoria’nın bu mirası Elizabeth’in doğum yılı olan 21 Nisan 1926 tarihine kadar kendisini hissettirmiştir. Aslında bu tarihe kadar tahta geçen dört kral bu mirasın devam etmesini sağlayan kişilerdir. Öyle ki kendilerini bu kadar etkileyen dönemin izlerini kurum içerisinde yaşatmak kendilerine adeta görev olarak verilmiştir. VII. Edward’ın salatanı yaşından dolayı kısa sürse de hanedanlığın en etkili ismi oğlu V. George olmuştur. V. George aslında küreselleşen Britanya’nın monarşi adına ilk temsilcisidir. Ancak kendisini en ön plana çıkartan olay kesinlikle sosyal monarşi hareketi olmuştur. Özellikle bu durum Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında devam ederek hanedanlığın genel pozisyonunu yaratılmasına katkı sağlamıştır. V. George’un ilk icraatı savaş sırasında halka destek veren bir hanedanlık profilinin yaratılması oldu. Belli başlı çalışmalarda yer alıp halk arasında kendisini göstermesi bu hareketin bir neticesidir. Bir diğer önemli gelişme ise savaş sırasında almış olduğu bir kararla hanedanlığın ismini değiştirilmesi olmuştur. Hannover hanedanlığı Alman kökenli bir soya mensup olduğu için savaş sırasında çok ciddi sorun yaratmıştır. İngiltere genelinde Alman karşıtlığının çok ciddi seviyeye çıkıp birçok Alman’ın dükkanının yakılması ve yer yer bazı cinayetlerin yaşanmış olması bu olayların ana tetikleyicisidir. Ancak V. George’u harekete geçiren kısım hiç şüphesiz Rusya’daki gelişmeler olmuştur. Bilindiği üzere Alman Kayzeri II. Wilhelm, Rus Çarı II. Nikolay ve V. George Kraliçe Victoria’nın torunlarıdır ve hepsi kuzendir. Ancak 1917 yılındaki Bolşevik Devrimi neticesinde Romanov Hanedanlığı tasviye edilmiştir ve hemen bir yıl sonra hanedanlık üyeleri kurşun infazı sonucu öldürülmüştür. V. George’un ne sevdiği kuzeni II. Nikolay’ın bu şekilde öldürülmesi ve halkın monarşiye karşı ayaklanması almış olduğu kararı hızlandıran ana etkenlerin başında gelmektedir. V. George bu yüzden hem Alman karşıtlığı hem de Rusya’daki gelişmeler neticesinde monarşinin geleceği adına 17 Temmuz 1917 tarihinde hanedanlığın adını Hannover olmaktan çıkartıp Windsor olduğunu ilan etmiştir.
V. George’un duruşu aslında hanedanlığın ismini değiştirmek ile sınırlı değildir. Kendisi sosyal monarşi hareketinin mimarıdır aynı zamanda. Halkın karşısında konuşmalar yapması ve ne önemlisi yılbaşı mesajlarını canlı radyo seansı ile halka okuması hareketin bir parçası olmuştur. İlk canlı radyo yayını 1932 yılında gerçekleşti ve günümüze kadar İngiltere hükümdarları, halkın karşısında yılbaşı mesajlarını canlı bir şekilde okunması geleneğinin parçası oldu. Ancak kralın bu tutumunun çocukları tarafından devam ettiğini söylemek zordur. Özellikle bu konuda Edward’ın skandalları her zaman gündemini korumuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında cephede görev yapmış olmasının yanında birçok kadınla girmiş olduğu ilişki haberlerinin yayılması, skandalların sayısını arttırmıştır. Bu ilişkilerin çoğu da evli ya da boşanmış kadınlar ile gerçekleşmiştir. İngiliz Anglikan Kilisesi boşanmış ya da evli bir kişi ile ilişkiyi kabul etmemektedir. VIII. Henry döneminden bu yana kilisenin başı ve koruyucusunun İngiliz hükümdarları olduğunu göz önüne alırsak bu durum kendisi daha fazla hissettirmiştir. Geleceğin kralı olacak Edward için böyle bir ilişkinin kabul edilmeyeceği babası V. George tarafından sürekli söylenmiş ve araları bu dönemden sonra sürekli mesafeli kalmıştır.
Kraliçe Elizabeth bu olaylar ortasında 21 Nisan 1926 Mayfair semtinde dünyaya geldi. Küçüklüğü babası George ve annesi Elizabeth Bowes-Lyon titizliğinde geçmiş olsa da Elizabeth’in karakterini şekillendiren ana isimler büyükbabası George ve büyükannesi Mary Teck olmuştur. Kral George ve Kraliçe Mary’nin Elizabeth üzerinde bu kadar etkili olmasının sebebi aslında kendi çocuklarında yapmış oldukları hataları kapatmak adınadır. Hatta isminin başı Victoria olacakken V. George’un onayı doğrultusunda Elizabeth Alexandra Mary olmuştur. Elizabeth’in okulda normal bir eğitim almadığı bilinmektedir. Monarşi için bu zorunlu tutulan bir durum olmamıştır. Onlar için kanunlar, saray nizamı ve törenlerde ne yapılması gerektiğinin bilinmesi yeterlidir. Bu yüzden Elizabeth daha çok vaktini büyükannesi Kraliçe Mary Teck’in yanında geçirmiştir. Kraliçe Mary’den birkaç cümlede bahsedecek olursak seçeceğimiz başlıklar şüphesiz disiplinli, soğukkanlı, ketum ve sert olacaktır. Victoria döneminin tipik kadın özelliklerinin hepsi Kraliçe Mary’de vücut bulmuştur adeta. Hatta o da Kraliçe Victoria gibi çocuklarına ciddi şekilde baskı uygulayan bir karaktere sahiptir. Elizabeth’in babası VI. George’un kekeme olmasının bir numaralı sebebi babası ve annesi ona karşı yaklaşımları olmuştur. Babası V. George her davette ya da görüşmede oğlunun kekeme oluşunu sert bir şekilde eleştirmiş ve genelde oğlunu azarlarmıştır. Kraliçe Mary ise oğlunu babasının karşısına çıkartmaz hatta davetlere götürmezdi. Üstüne her kekelediğinde kendisinin kolunu sürekli sıkar ve azarlarmış. Elizabeth’in babası George’un sadece kekemelik sorunu yoktu ki bu durum hayatı boyunca asla düzelmemiştir. Bir başka sorunu henüz küçük yaşta çarpık bacaklı olmasıdır. Uygulanan çağ dışı tedavi sonucu bacaklarına demir parçalar takılmış ve çocukluğu uzun bir süre böyle devam etmiştir. Bu yüzden Kraliçe Mary her iki oğlu üzerinde ciddi etkileri olan bir Victoryendir. Ancak Kral V. George ve Kraliçe Mary bu tutumlarını torunları Elizabeth üzerinde göstermemiştir. Torunlarının çocuklarından daha iyi olmasını isteyen iki isim Elizabeth’e her zaman ılımlı yaklaşmıştır. Saray tarihçileri tarafından yazılan bilgilere göre Elizabeth onlar için Britanya imparatorluğunu temsil eden bir kadın figürü olarak yetiştirilmeye çalışılmıştır. Kraliçe Mary bu yüzden İmparatorluğun her bir kıtasından getirilerek oyulmuş ağaç parçalarından oyuncak küp setini torunu Elizabeth’e hediye etmiştir. Bu durumu bir takıntı olarak da kabul edebiliriz çünkü Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz İmparatorluğu içerisinde bir değişim hali meydana gelmiştir. Bu değişim İmparatorluk fikrinin çökmesi olarak değil, denetimin daha fazla arttırılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Britanya İmparatorluğu için bu durum daha hayati bir mesele haline dönüşmüştür. Sömürgeler henüz bağımsız olmasa da İrlanda’nın 1921 yılında Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılması ciddi sorun olmuştur. Bu durumun diğer topraklara sıçramasının önüne geçilmek için yeni bir sömürge reformu süreci başlamış olsa da istenilen başarı elde edilememiştir. V. George ve Kraliçe Mary, bu gelişmeleri monarşi ve halk bazında engellemek adına İmparatorluk karakterini daha fazla ön plana çıkartmıştır. Ancak bu yeni İngiliz Ulusu fikri asıl etkisini İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Commonwealth of Nations’da (İngiliz Milletler Topluluğu) hissettirecektir ki tam başarılı olduğunu söylemek zor olur çünkü İngiliz Milletler Topluluğu bir küresel ulus fikri yerine nüfus alanı yaratmaktadır.
Kraliçe Elizabeth’in çocukluk dönemi böyle ortamda şekil alırken büyükbabası Kral V. George 20 Ocak 1936 tarihinde ölmüştür. V. George’un ölümü, sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunların en büyüğü yeni kral olacak VIII. Edward’ın Amerikan sosyetesinin simalarından olan Wallis Simpson ile yaşamış olduğu yasak aşktır. Bu birlikteliğin monarşi için sorun teşkil etmesinin sebebi Wallis Simpson’un Edward ile olan ilişkisi sırasında evli olmasıdır. İngiltere Kilisesi bu durumu kabul etmemektedir ki Wallis Simpson boşansa bile Kilise, İngiltere hükümdarının boşanmış bir kişi ile evlenmesini yasaklamıştır. Bu yüzden Edward’ın kral olduktan sonraki en büyük sıkıntısı birlikte olduğu Simpson’u kraliçe ilan edememesidir. Ancak şunu belirtmek isterim ki Wallis Simpson’un kraliçe olabilmesinin önündeki tek engel evli ya da boşanmış birisi olmasından kaynaklı değildir. Simpson, İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce çok büyük bir Hitler hayranıdır ve Edward’da bundan etkilenerek Hitlere karşı sempati beslemiştir. Kardeşi George ile bir konuşması sırasında Hitler’in Avrupa’yı kurtaran bir kahraman olduğunu söyleyip Britanya’nın Almanya’nın yanında yer alması gerektiğini belirtmiştir. Daha kötüsü birliktelik yaşadığı Wallis Simpson, İngiltere’ye ait birçok belgeyi Almanya’ya büyükelçilik aracılığı ile vermesi sorunların en kritik noktası olmuştur. Bu yüzden Edward’ın tahtan aşkından dolayı vazgeçtiğinin yazılması son derece romantik bir yaklaşımdır. Kendisi vatana ihanet suçundan yargılanmamak için tahtından feragat etmiştir. Üstelik skandallar burada bitmeyerek savaş sonrası dönemde devam etmiştir. Bu durumu biraz daha ilerleyen bir noktada ele almakta fayda var çünkü Kraliçe Elizabeth’i de yakından ilgilendiren bir meseledir aynı zamanda. Şimdi gelin hep birlikte Kral VI. George ve Elizabeth’in saltanat süreçlerini bir inceleyelim.
VI. George, Churchill, Savaş ve Elizabeth’in Gençlik Yılları
VIII. Edward’ın tahttan feragat ettiği dönemde Avrupa yeni bir savaşın eşiğine gelmektedir. Winston Churchill bu durumu daha erkenden görüp parlamentoyu uyarmıştır ancak günümüzdeki son araştırmalar doğrultusunda görüyoruz ki Neville Chamberlain hükümetinin planları daha değişiktir. Bu plan, Avrupa’nın Sovyetler tarafından ele geçirilmemesi adına Almanya’nın tampon ülke olması gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Bu şekilde Almanya’nın istekleri yerine getirilirse Sovyetler karşısında Avrupa’nın büyük bir bölümü korunmuş olacaktır ve başta İngiltere olmak üzere Fransa savaştan kaçınacaktır. Bu yüzden başta Çekoslovakya’nın Südet bölgesi ve Avusturya’nın Almanya tarafından ilhakına müttefikler hiçbir ses çıkartmamış ve Avrupa barışını bu şekil koruyacaklarını düşünmüşlerdir. Ancak Sovyetler Birliği, Hitler’e doğu bölgesinden güvence verip çelik yardımında bulununca Almanya Polonya topraklarına saldırmıştır ve İngiltere ile Fransa’nın Almanya’ya savaş ilan etmesi ile İkinci Dünya Savaşı başlamıştır.
Kraliçe Elizabeth’in babası VI. George 1936 yılında böyle bir atmosferde tahta geçmiştir. Kendisi aslında bu kurumun başı olmak asla istemiyordu. Abisinin tahtta kalması için çok ciddi çaba göstermiştir. Ancak başarılı olamamış ve Edward tahttan feragat etmiştir. Kendisi saltanatının ilk yıllarında halk karşısına çok fazla çıkmamıştır. Kekemeliğini halledemediği için halk karşısında konuşmalarının büyük bir kısmını gerçekleştirmemiştir. Bu durum babası V. George’un başlatmış olduğu sosyal monarşi hareketinin sekteye uğraması anlamına gelmektedir. Kendisi bu durumu bir şekilde halletmek adına çeşitli doktorlar ile diksiyon dersleri almıştır. Ancak diksiyon büyük bir kusuru olarak kabul edildiği için uygulanan tıbbi metotlar çağın oldukça gerisinde kalmaktadır. VI. George, bu yüzden belirli bir ilerleme kaydedememiştir. İsmi o dönemde çok bilinmeyen Lionel Logue bu iş için son kişi olmuştur. Kendisinin geliştirmiş olduğu bazı metotlar ile VI. George kekemelik sorununun büyük bir kısmını halletmiştir. Her ikisinin bu kadar çalışmasındaki sebep İkinci Dünya Savaşı’nın başlamış olması ve Britanya’nın savaşta tek başına kalmış olmasıdır. Churchill ve Chamberlain, kralın ulusa ve imparatorluğa büyük bir sesleniş konuşması yapmasını istemiştir. Beklenen konuşma 3 Eylül 1939 tarihinde gerçekleşmiş ve ulusun her noktasında radyo aracılığında canlı yayınlanmıştır.
,
Elizabeth, savaş sırasında ailesinin karşı çıkmasına rağmen, Kraliyet Orduları Yardımcı Hizmetler bölümünde motorlu araç kullanımı eğitimi aldı ve savaş içerisinde şoförlük başta olmak üzere makine tamiri konusunda orduya destek verdi. Bu sadece onun için değil ileride evleneceği eşi Prens Philip içinde önemli bir dönüm noktasıdır. Prens Philip aslında Kraliçe Victoria’nın torunu olan Alice Battenberg’ün oğludur. Bu yüzden Kraliçe Elizabeth ile hanedanlık düzeyinde kan bağı vardır. Ancak iki ismin tanışması eski tarihlere dayanmaktadır. Yunanistan’da 1924 yılında gerçekleşen monarşi karşıtı hareket sonucunda hanedanlık sürgün edilmiş ve Prens Philip çok küçük yaşında ablalarının yanında yaşamaya başlamıştır. Almanya’da eğitime başlamış olsa da kendisi çocukluğunun büyük bir bölümü İskoçya’daki Gordonstoun yatılı erkek öğrenci okulunda geçirmiştir. Gordonstoun, genel olarak Victoria dönemi mimarisi ve eğitim sistemi ile kendisine has bir katı imaja sahiptir. Bu yüzden okulun en belirgin özelliği Victoryen erkeklerin yetiştirilmesi üzerinedir ki Prens Philip bunun en büyük örneklerinden birisi olmuştur. Philip eğitimini İskoçya’da tamamlarken ailesinin geri kalan kısımları büyük ölçüde dağılmıştır. Annesi Alice’e 1930 yılında şizofreni tanısı konmuştur. Ablaları ise Almanya’da yeni iktidara yükselen üst düzey Nazi partisi yetkilileri ile evlenmiştir. Babası ise Philip’i hayatında birkaç kez görmüş ve kendisinden her zaman nefret ettiğini dile getirmiştir. Philip daha çok dayısı Louis Mountbatten’ın gözetimi altında küçüklüğünü geçirse de hayatındaki en büyük dönüm noktası ablası Cecilie’i uçak kazasında kaybetmesinde yaşamıştır. Cenazeye katılmak için dayısı Louis ile birlikte Almanya’ya giden Prens Philip, uzun yıllar ailesinin geri kalan üyeleri ile görüşmemiştir. Ailesinin Naziler ile yakın ilişki içerisinde olması da bu durumun tetikleyici unsurlarından olmuştur. 18 yaşına geldiği zaman Kraliyet donanmasına katılmış ve İkinci Dünya Savaşı sırasında İmparatorluğun çeşitli yerlerinde hizmet vermiştir. Japonya’nın teslim antlaşması imzalanırken Tokyo Körfezi’nde bulunmuştur. Muhtemeldir ki Elizabeth ile bu süre aralığında tanışmaktadırlar.
Prens Philip, savaş sonrasında 1947 yılında bütün sıfatlarını bir kenara bırakarak ailesinden kalma Mountbatten soy ismini kullanmayı tercih etti. Aynı yıl içerisinde Elizabeth ile evlenerek Windsor hanedanlığının bir üyesi oldu ve ilk çocukları Charles bir yıl sonra dünyaya geldi. Elizabeth ile Philip evliliklerinin ilk zamanı devlet protokolü işleri ile ilgilenmek zorunda kalmıştır. Bunun sebebi Kral VI. George’un akciğer kanserine yakalanmış olmasıdır. Kendisinin çocukluğundan kalma stres hali, hayatının sonuna kadar etkisini devam ettirmiştir. Stresini daha çok sigara içerek atan Kral George, savaş sırasında sigara tüketimini alışılmışın üzerine çıkartmıştır ve bu durum da akciğerinin daha fazla dayanamamasına sebep olmuştur. Buckingham Sarayı’nda vefatından bir yıl önce ciğerinin birisi iflas etmesi sonucunda alınmıştır. Ancak kendisi sigara içme durumu azaltmadığı için hastalığı giderek artmış ve devlet görevlerinin çoğunu yapamaz hale gelmiştir. Kral VI. George aslında yıkılmakta olan imparatorluğun son yüksek hükümdarı olması bakımından ciddi sorumluluk ile karşılaşmıştır. 1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın Britanya İmparatorluğu’ndan almış olduğu bağımsızlık bir devrin sonunun başlangıcı olarak gözüküyordu. Britanya, imparatorluk içerisindeki bağımsızlık halini reform süreci ile düzeltmeye çalışsa da savaşın getirmiş olduğu fatura oldukça yüksekti ve İngiltere o dönemin en borçlu devletlerinden birisiydi. Bu yüzden imparatorluğun bir arada kalması artık hemen hemen imkansızdı. Bu yüzden 1947 yılında Hindistan’ın son genel valisi olan Louis Mauntbatten, İngiliz İmparatorluğu’nun dağılışının en büyük isimlerinden birisi oldu. Winston Churchill için Louis Mauntbatten bir vatan hainiydi. Hindistan’ı satmıştır onun gözünde. Ancak Churchill gibi Victoria çağının isimleri Britanya İmparatorluğu’nun dağılma sürecini asla kabul etmemişlerdir. Bu yüzden bir suçlu her zaman hazır olacaktır onlar için.
İmparatorluğun aslında eski kudretinin olmadığı 1931 yılında yavaş yavaş kendisini hissettirmiştir. Bu tarih Commonwealth of Nations’ın (İngiliz Milletler Topluluğu) kuruluş tarihidir. Britanya imparatorluğu artık daha fazla ilerleyemeyerek nüfus imparatorluğu politikasına geçmiş ve kral ile kraliçenin milletler topluluğuna üye devletlere gezi yapması beklenmektedir. Kral V. George bunu belirli aralıklarla yapmış olsa da hastalığı sebebiyle yerine kızı Elizabeth ve eşi Philip bu görevi üstlenmiştir. İngiliz hükümdarları milletler topluluğu içerisinde en üst düzey yönetici olarak kabul edilmektedir. Üstelik günümüzde milletler topluluğu üyesi olan 14 ülke İngiliz monarşisinin yönetimi altındadır. Milletler topluluğunun şu anki nüfusu 2,5 milyar civarındadır. Bu yüzden hanedanlığın milletler topluluğu üzerinde son derece kritik bir görevi vardır.
1949 tarihinde gerçekleşen bu gezi Elizabeth adına bir dönüm noktasıdır. Birçok kişi için bu gezi yeni kraliçenin ilk provası olarak kabul edilir. Şahsıma göre: bu durum dağılmakta olan imparatorluğun son şafağıdır çünkü gezi ile aslında Britanya’nın dünya üzerindeki konumu tesis edilirken eski gücün yavaşladığı gözükmektedir. Gelen hükümetler dünya siyasetine nüfuz etmek isterken Amerika’nın küreselliği ile rekabet edemez olmuştur ve Sovyetler Birliği karşısında Amerika dışında hiçbir alternatif kalmamıştır. Bu yüzden Kraliçe Elizabeth’in saltanatının ilk yılları imparatorluğun son şafağıdır. Gezinin en ilginç yanı hiç şüphesiz Güney Pasifik’te yer alan Tanna Adası’nda gerçekleşmiştir. Adanın yerlileri Prens Philip’i geldiği ilk gün tanrıları ilan etmiş ve günümüzde halen daha yerliler adına bu konumunu devam ettirmektedir. (Prens Philip 2021 yılında ölünce adanın yerlileri yas ilan etmiştir.)
Tarihler 6 Şubat 1952 tarihini gösterdiği zaman Kral VI. George gece uykusundaki kan pıhtısı atması sonucu ölmüştür. Bundan bir yıl önce iktidara gelen Winston Churchill kralın sağlık durumunu doktorlar dışında bilen tek kişiydi aslında. Ancak kendisi sürekli kralım ölüm haberini böyle erken beklemediğini söylemiştir. Kralın ölüm haberi sarayın baş yetkilisi tarafından “Hyde Park Köşesi” şifresiyle başbakana bildirildi ve cenaze töreni ile yeni kraliçenin ilan edilmesi organizasyonu başlamış oldu. Kralın vefatı Elizabeth’e hemen bildirilemedi çünkü kendisi eşi Philip ile milletler topluluğu gezisi kapsamında Kenya’nın Sagana kentindeydi. Kraliçeye ulaşılması zaman almıştır ve vefat haberi kendisinden önce radyo aracılığı ile dünyaya duyurulmuştur. Elizabeth ise bu haberi eşi Philip’ten almıştır. Babasının ölüm haberi ile geziyi yarıda keserek Londra’ya geri dönmek üzere yola çıkmışlardır. Bu yolculuk sırasında Kraliçe Elizabeth’e büyükannesi Kraliçe Mary tarafından bir mektup yazılmıştır. Mektubun içerisinde şu cümleler yazmaktadır:
“Sevgili Lilibet, Babanı, oğlumu ne kadar sevdiğini biliyorum. Ve bu kaybımıza en az benim kadar üzüldüğünün farkındayım. Ama şimdi o hislerini bir kenara bırakmalısın. Çünkü görevin seni çağırıyor. Babanın ölümünün kederi her yerde hissedilecek. Halkının senin gücüne ve liderliğine ihtiyacı var. Üç büyük monarşinin, kişisel işlerini görevlerinden ayıramadıkları için tamamen yok olmalarına şahit oldum. Sen aynı hataları yapmamalısın. Babanın yasını tutarken başka birinin yasını da tutmalısın. Elizabeth Mountbatten’ın yasını. Çünkü artık onun yerine başka birisi geçti. Elizabeth Regina (Kraliçe Elizabeth). Bu iki Elizabeth sürekli birbirleriyle çatışma hâlinde olacak. Gerçek şu ki hükümdarlık kazanmalı. Her zaman kazanmalı. Unutma sen bugün parlamentonun huzurunda değil kilisede taç giyiyorsun. Halkına karşı her zaman görevin kutsal olacaktır ve hesap vereceğin tek kişi tanrının bizzat kendisidir.”
Yeni Kraliçe Londra’ya gelene kadar Kral VI. George’un cenaze töreni yapılmadı. Londra’ya gelmeden önce kıyafetleri hazırlanan Kraliçe Elizabeth, babasının cenaze törenine katılmadan önce bu görev için asla kendisini uygun aday olarak görmediği belirtilir. Ancak en yukarıda değindiğimiz gibi monarşi için sadece kurumun geleceği vardır kişilerin şahsi hisleri değil. Bu yüzden kendilerine ait karakterleri asla olamaz ve bağlılıkları sadece monarşinin kendisinedir. Aslında şu noktaya dikkat çekmek lazım: Bugün Britanya’da monarşinin varlığı üzerine çok ciddi tartışmalar dönmektedir ve görülen o ki bu kurumun bazından şahsi bir düzeye inmektedir. Açıkçası bu tartışmalarda büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum çünkü toplumlar başta kanunlar ve kurumları değerlendirme altına almadan yönetici pozisyonunda olan şahıslar bazında bir eleştiri meydana getiriyorsa ciddi olarak sorun yaşamaktadır.
Bu yüzden bugün kraliçenin konumu üzerine bir tartışma yaşanıyor ve aslında bu durum monarşi karşıtlığı olarak yorumlanıyorsa ilk olarak monarşinin varlığını yeniden gözden geçirmek ve en temelde kanunları incelemek gerekmektedir. Üstelik Britanya’da monarşinin varlığı belli bir gelişim şemasına dayanmaktadır. Bugün yönetimin başında bulunan hükümdar, aynı zamanda kilisenin de başı olması bakımından laik bir düzeni temsil etmemektedir. Teknik olarak karşımızda Anglikan Kilisesi mensuplarını temsil eden bir otorite vardır. Bu otorite aynı zamanda parlamentoya ve yasalara karşı da sorumludur. Kendisinin başbakan seçme hakkı yoktur. Sadece atama görevlerinde bulunabilir. Herhangi bir dikte etme yetkisi yoktur. Lordlar kamarası ve parlamentoyu açma görevine sahiptir. Tamamen sembolik bir kurum imajı veriyor olsa görünmeyen bir etkisi vardır. Hükümdarın parlamenter monarşi içerisindeki konumu aslında iktidara gelmiş kişi ile doğru orantıdadır. Demokrasiler içerisinde iktidara halkın çoğunluğu ile gelen kişiler yeri geldiği zaman yetkilerini başka ideolojik formda kullanabilir ve bu duruma demokrasi diyebilir. Britanya’da ise bu durumun daha farklı olduğu gözükmektedir çünkü iktidara gelmiş yönetici kadrosu her zaman hükümdarın altındadır yani istediği durumu her an uygulayamaz. Bu yüzden hükümdarın onayını almadan hareket eden başbakan, yeri geldiği zaman kendi iktidarını kaybetme riski ile karşılaşabilir. Bu durum aslında İngiltere’de diktatörlük rejime varacak bir iktidarın neden oluşamadığını anlatmaktadır bizlere. Hükümdarın olması demek İngiliz demokrasisi adına süreklilik temsil etmektedir. Bunu iyi bir yönetim şekli olarak söylemiyorum ancak hükümdarın olmadığı bir Oswald Mosley (Britanya Faşistler Birliği Lideri), Margaret Thatcher ve Boris Johnson hayal edelim. Ellerindeki yetkiler ile Britanya’yı hatta dünyanın geleceğini çok ciddi şekilde değiştirebilirlerdi ki bu durumun iyi yönde olacağını söylemek zor olur. O yüzden bugün monarşinin konumu şahsi bir karakter üzerinden değerlendirmek popüler kültürün insanların üzerindeki etkisidir sadece. Gerçek değerlendirme detaylı bir inceleme sonucu yapılabilir. Nihayetinde herkesin ortak noktası, etkisini hissettiği durum üzerine düşünce eylemi gerçekleştirme halidir, yapılabilirse tabii ki. Slavoj Žižek’in şu sözüne kulak vermek gerekmektedir: “Herkes dünyanın en iyi yönetim biçimi demokrasi diyor. Demokratik olmak her şeyden üstündür diyor. Demokratik olmayan ülke geri kalmıştır diyor. Ancak kimse demokrasi nedir diye sorgulamıyor. Tek bir doğru varmış gibi nihilist bir düşünce ile hareket ediliyor ve düşüncenin önüne ket vuruluyor.” Žižek, bizlere düşüncenin sürekliliğini açıklarken aslında inandığımız kavramın ne olduğunu anlatmak istemektedir. Bu yüzden monarşinin konumu üzerine bir değerlendirme yapılacaksa bu kişi düzeyinde olmamalıdır çünkü hükümdarın konumu, değerlendirmenin ikinci aşamasıdır. Aksi takdirde popüler kültürün söylemleri ile konuşmak ve düşünmek zorunda kalırız.
Şimdi yazımızın ana karakteri olan Kraliçe II. Elizabeth’e geri dönelim. Elizabeth babasının vefatından sonraki ilk icraatı 4 Kasım 1952 tarihinde Parlamento’nun açılış konuşmasını yapmasıdır. Ancak kendisinin taç giymesi bir yıl sonraya ertelenmiştir. Bu ertelemenin mimarı Winston Churchill’dir. Churchill’in bu hareketi yapmasındaki sebep hala tartışma konusu olsa da nedeni parti içi muhalefetten kaynaklamaktadır çünkü Churchill yeniden başbakan seçildiği zaman 77 yaşındaydı ve birçok işi düzenli halledemiyordu. Dışişleri bakanı Anthony Eden, parti içerisinde Churchill’e karşı muhalefetin başı olmuştur. Aslında kendisi İkinci Dünya Savaşı sırasında Churchill’in en büyük destekçisidir. Ancak ikili savaş sonrasında çok ciddi sorun yaşıyor olsa da Eden’in Churchill’e muhalefeti daha şahsi bir meseleye dayanmaktadır. Kendisinin kariyeri sürekli olarak Churchill’in gölgesinde kalmıştır ve bu durum sürekli onun karşısında çıkartılmıştır. Eden, bu yüzden Churchill seçimlerine tekrardan kazanana kadar harekete geçmemiştir çünkü Churchill hala İngiliz halkında oy alabilecek en güçlü liderdir. Seçimlerin kazanılması ile bu muhalefet meydana gelmiş ve yeni hükümdarın taç giymesiyle birlikte Churchill’in istifası istenecektir. Churchill, Eden’in muhalefetini bir süre engellemek için Elizabeth’in taç giyme törenini ertelemiştir. Bu süre içerisinde Churchill, parti içi muhalefeti engellemeye çalışmış olsa da tam başarılı olduğunu söylemek zordur
Kraliçe Elizabeth’in 1953 yılındaki taç giyme töreni. Source: Hulton Archive/Getty Images
Elizabeth, tarihin ilk canlı kamera görüntüleri eşliğinde tacını 2 Haziran 1953 yılında giymiştir. Töreni 27 milyon insan televizyondan, 11 milyon insan ise radyodan dinlemiştir. Törenin canlı bir şekilde yayımlanması fikri eşi Prens Philip’e aittir. Philip’in taç giyme törenine bu kadar ilgi göstermesinin sebebi, mesleği olan deniz komutanlığından Elizabeth’in kraliçe olmasıyla birlikte ayrılmış olmasıdır. Kendisinden beklenen yegâne şey, Kraliçe’ye bağlı bir eş olması ve saray protokolleri dışındaki çoğu işinden feragat etmesidir. Philip’in bu duruma ayak uyduramadığı sürekli olarak bilinmektedir. Kendisi bu yüzden 1957 yılında biraz olsun itibar sahibi olmak için Elizabeth’ten kendisine Britanya Prensi unvanı verilmesini istemiştir. Bu konumu onu saray içerisinde biraz daha söz sahibi yaptırmış olsa da uğraşları arasında uçak uçurmak ve donanma kulüplerine gitmek dışında pek fazla bir şey yoktur ki kendisine yüksek hızda araba kullanması da yasaklanmıştır. Teknik olarak hayatını bir kişiye adayan ve bunun dışına çok zor çıkan bir figür ile karşılaşıyoruz.