Tarikakli Logo
Yükleniyor...
Son-Monark-Kralice II. Elizabeth
Kas 29, 2014

Öncelikle siz okuyuculara bu yazımız hakkında kısa bir açıklama yapmak istiyorum çünkü bu çalışma son bir yıl içerisinde elde edilen gözlemler ve araştırmalar sonucunda bir araya getirilmiş ve ana teması anlamaya dayalı bir düşünce etrafında şekillenmiştir. Açıkçası bu süreç içerisinde birçok yorumla karşılaştığımı itiraf etmem gerekiyor. Bu yorumlar tarihi bir şahsiyetin ele alınması konusundaki görüş farklılıklarıdır. Tarihi bir şahsiyet bazı kişiler için kurtarıcı, kahraman hatta özne haline dönüşmüş bir sembol olurken bazıları için duyarsızlığın, acımasızlığın sembolü de olabilmektedir. Güncel durumları göz önüne aldığımız zaman bu isimlerin “kraldan çok kralcı” bir bakış açısıyla ele alındığını görüyoruz ve anlaşılan odur ki savunulan kişi hakkında yetersiz bilgiler ile bu söylem gerçekleşmektedir. O yüzden şu noktaya dikkat çekmemiz gerekiyor: Tarihi bir olayı ya da karakteri değerlendirirken hangi dönemin düşünce şekli ile meselelere yaklaşıyoruz? Tarih bir gerçekliği temsil ederken günümüzdeki yani şu anki düşünce şeklimize göre şekil alabilen bir güçse bu hepimiz için başka bir çıkmazı göstermektedir çünkü şu ana göre geçmişi değerlendiriyorsak, tarih dediğimiz gerçeklik aslında bir görme biçimi haline gelmektedir. Bu durumda hangi tarih sorusunu sürekli sormamız gerekmektedir. özellikle bir yerde bir değişim arıyorsak ya da şu ana etki eden bir meseleyi anlamaya çalışıyorsak geçmiş dönemlerin düşünce şeklini ufak bir miktar da olsa da öğrenmek gerekir. Şahsım bu noktayı ele almış olduğumuz tarihi şahsiyetler için önemli bir dönüm noktası olarak görmektedir. Bu yüzden sizlere bu yazıda tarihi bir şahsiyetin hangi koşullar altında değerlendirilmesi gerektiği anlatılacaktır.

Yazımızın ana karakteri olan İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in konumuna binaen bu çalışmayı kendisinin ölümünden sonra yayımlanmasını uygun bulmaktayım. O yüzden bu çalışmayı okuyorsanız biliniz ki Kraliçe Elizabeth artık hayatta değildir. Ölümün bize göstermiş olduğu en önemli nokta, kendisinin soğuk bir gerçekliği temsil ediyor olmasıdır. Üstelik bu gerçeklik dünya üzerinde başta insanoğlu olmak üzere bütün canlılar adına en eşit andır. Bu yüzdendir ki okumuş olduğunuz yazı tarihin gerçekleşme yani ölüm anına binaen şu anda karşınızdadır.

Geçmişin Aynası ve Mirası

   Tarihin belirli dönemlerinde birçok devletin ya da medeniyetin dünya sahnesine çıktığını görmekteyiz. Bahsetmiş olduğumuz bu sahne, dönüştürücü yani özne olabilmiş güçlerin oynamış olduğu bir oyunun sahnesidir. Bu öyle bir oyundur ki nüfus alanı genişlemiş her toplumun kendisine ait bir tirattı mevcuttur. Tek fark sözü gelmiş oyuncunun daha önceden hazırlanmış bir metni okumak yerine kendisine ait bir söylem ile hareket ediyor olmasıdır. Bu söylem kendi etkisini hissettirebilmiş bir gücün etiğini, bakış açısını, olayları kavrama biçimini yansıtmaktadır bizlere. Yazımızın ana karakteri olan II. Elizabeth’te bu söylemin önemli bir sembolüdür.

9k=

Kraliçe’nin şahsiyetini ele almadan önce kendisine nasıl bir miras kaldığı sorusuna cevap vermek gerekmektedir. Bu cevap Windsor ya da önceki ismiyle Hannover Hanedanlığının geçmişinde saklıdır. Bilindiği üzere Britanya İmparatorluğu tarihinin en güçlü dönemini Kraliçe Victoria’nın saltanatı altında geçirmiştir. Bu döneme Victoria Çağı ismi verilmiştir. Hala büyük bir tartışma konusu olan bu dönem biz modern bireylerin ya da Michel Foucault’nun tabiriyle “biz Victoryenlerin” en önemli dönüşüm noktalarından birisidir. Bu dönüşüm kuşkusuz toplum içinde konumumuz ile alakalı olsa da temelde kadın figürü üzerinde etkisini hissettirmiş bir söylemdir. Kadının ahlakı, duruşu, kılık kıyafeti, aile ve toplum içerisindeki yapısının belirli kalıplara oturtulduğu bir dönemdir Victoria Çağı. Her ne kadar ismini kadın bir hükümdardan alıyor olsa dönemin uygulamaları son derece heteroseksist bir yapı içerisinde kendisini göstermiştir. Bu yüzden karşımıza Victoria Çağı’nın kadını lakabını almış sindirilmiş bir figür çıkmaktadır. Victoria Kadınları, bu yüzden ahlakına bağlı, disiplinli, ketum ve belli bir otoriteyi temsil eden kişiler olmak zorundadır. Bu durum kendisini, İngiliz edebiyatı başta olmak üzere Amerikan edebiyatında da göstermektedir. Ancak yazımız Kraliçe Elizabeth’le ilgili olduğu için bu kısmı geçmemiz gerekiyor. Bizim burada dikkat etmemiz gereken ana nokta: Victoria döneminin kadın profilinin, başta monarşi olmak üzere toplumun hemen hemen hepsine etki etmiş olmasıdır. Özellikle bahsetmiş olduğumuz durum kendisini ilk olarak Kraliçe Victoria üzerinde hissettirmiştir.

Bundan 3 yıl önce Kraliçe Victoria hakkında yazmış olduğum çalışmada, Kraliçe’nin annesi tarafından baskı altında büyüdüğünü belirtmiştim. Şu an fark ediyorum ki, bu durum aslında dönemin düşünce yapısının hanedanlık üzerindeki etkisiymiş. (Bu yüzden Victoria çağı sadece bir dönem olarak değil tarihin belirli bir parçası olarak ele alınması gerekmektedir.) Hannover Hanedanlığı bu yüzden çok kötü hatta birçok kişi için berbat çocuk yetiştirmeleri ile ünlüdür. Nedeni ise baskıcı bir etiğin, ailenin hemen her noktasına etki etmiş olmasından kaynaklıdır. Çocuklarına henüz küçük yaşta belli başlı kural ve kavramları vererek kendilerine ait olmayan bir karakter yaratmaları ile öne çıkarlar. Bu kural dışına çıkan çocukların cezaları ise belli başlı travmalara sebep olmuştur. VII. Edward’ın sinir hastalığı, V. George’un diksiyon sorunu, VIII. Edward’ın ailesi dışındaki insanlara karşı bağlılık sorunu yaşaması ve en önemlisi Kraliçe Elizabeth’in babası olan VI. George’un kekemelik problemi bu durumun bir yansımasıdır. Bu yüzden hanedanlık üyeleri asla kendi karakterleri için değil monarşi kurumu adına doğar ve gelişirler. Bir halkanın parçası olarak Kraliçe Victoria döneminden bu yana hanedanlığın kadın ve erkek üyeleri belli bir sistemin altında şekillenen ve daha doğmadan sorumlulukları olan kişiler olmuştur. Özellikle Kraliçe Victoria’nın bu konuda çok ciddi takıntıları mevcuttur.

Her ne kadar anlatılmasa da Kraliçe Victoria’da sinir hastalığı mevcuttur ve birçok olaya obsesiflik derecesinde tepki verdiği bilinmektedir. Çocuklarının yetiştiriliş tarzlarının yanında tahammül seviyesi oldukça düşük bir karaktere sahiptir. Eşi Prens Albert ile bu hususta çok ciddi tartışmaları olmuştur hep. Bu yüzden Victoria’nın çocukları belli başlı alanlarda her zaman özgüven eksikliği yaşayan kişilerdir. Hatta kendisinin takıntıları yaşı ilerledikçe daha da artmıştır. Örnek olarak hanedanlıkta doğacak kız çocuklarının isimlerinin içerisinde Victoria ismi muhakkak geçmek zorundadır. Bu onun hanedanlık içerisine kanun olarak yerleştirdiği bir mirastır aynı zamanda.

Z

Kraliçe Victoria’nın bu mirası Elizabeth’in doğum yılı olan 21 Nisan 1926 tarihine kadar kendisini hissettirmiştir. Aslında bu tarihe kadar tahta geçen dört kral bu mirasın devam etmesini sağlayan kişilerdir. Öyle ki kendilerini bu kadar etkileyen dönemin izlerini kurum içerisinde yaşatmak kendilerine adeta görev olarak verilmiştir. VII. Edward’ın salatanı yaşından dolayı kısa sürse de hanedanlığın en etkili ismi oğlu V. George olmuştur. V. George aslında küreselleşen Britanya’nın monarşi adına ilk temsilcisidir. Ancak kendisini en ön plana çıkartan olay kesinlikle sosyal monarşi hareketi olmuştur. Özellikle bu durum Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında devam ederek hanedanlığın genel pozisyonunu yaratılmasına katkı sağlamıştır. V. George’un ilk icraatı savaş sırasında halka destek veren bir hanedanlık profilinin yaratılması oldu. Belli başlı çalışmalarda yer alıp halk arasında kendisini göstermesi bu hareketin bir neticesidir. Bir diğer önemli gelişme ise savaş sırasında almış olduğu bir kararla hanedanlığın ismini değiştirilmesi olmuştur. Hannover hanedanlığı Alman kökenli bir soya mensup olduğu için savaş sırasında çok ciddi sorun yaratmıştır. İngiltere genelinde Alman karşıtlığının çok ciddi seviyeye çıkıp birçok Alman’ın dükkanının yakılması ve yer yer bazı cinayetlerin yaşanmış olması bu olayların ana tetikleyicisidir. Ancak V. George’u harekete geçiren kısım hiç şüphesiz Rusya’daki gelişmeler olmuştur. Bilindiği üzere Alman Kayzeri II. Wilhelm, Rus Çarı II. Nikolay ve V. George Kraliçe Victoria’nın torunlarıdır ve hepsi kuzendir. Ancak 1917 yılındaki Bolşevik Devrimi neticesinde Romanov Hanedanlığı tasviye edilmiştir ve hemen bir yıl sonra hanedanlık üyeleri kurşun infazı sonucu öldürülmüştür. V. George’un ne sevdiği kuzeni II. Nikolay’ın bu şekilde öldürülmesi ve halkın monarşiye karşı ayaklanması almış olduğu kararı hızlandıran ana etkenlerin başında gelmektedir. V. George bu yüzden hem Alman karşıtlığı hem de Rusya’daki gelişmeler neticesinde monarşinin geleceği adına 17 Temmuz 1917 tarihinde hanedanlığın adını Hannover olmaktan çıkartıp Windsor olduğunu ilan etmiştir.

V. George’un duruşu aslında hanedanlığın ismini değiştirmek ile sınırlı değildir. Kendisi sosyal monarşi hareketinin mimarıdır aynı zamanda. Halkın karşısında konuşmalar yapması ve ne önemlisi yılbaşı mesajlarını canlı radyo seansı ile halka okuması hareketin bir parçası olmuştur. İlk canlı radyo yayını 1932 yılında gerçekleşti ve günümüze kadar İngiltere hükümdarları, halkın karşısında yılbaşı mesajlarını canlı bir şekilde okunması geleneğinin parçası oldu. Ancak kralın bu tutumunun çocukları tarafından devam ettiğini söylemek zordur. Özellikle bu konuda Edward’ın skandalları her zaman gündemini korumuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında cephede görev yapmış olmasının yanında birçok kadınla girmiş olduğu ilişki haberlerinin yayılması, skandalların sayısını arttırmıştır. Bu ilişkilerin çoğu da evli ya da boşanmış kadınlar ile gerçekleşmiştir. İngiliz Anglikan Kilisesi boşanmış ya da evli bir kişi ile ilişkiyi kabul etmemektedir. VIII. Henry döneminden bu yana kilisenin başı ve koruyucusunun İngiliz hükümdarları olduğunu göz önüne alırsak bu durum kendisi daha fazla hissettirmiştir. Geleceğin kralı olacak Edward için böyle bir ilişkinin kabul edilmeyeceği babası V. George tarafından sürekli söylenmiş ve araları bu dönemden sonra sürekli mesafeli kalmıştır.

2Q==

Kraliçe Elizabeth bu olaylar ortasında 21 Nisan 1926 Mayfair semtinde dünyaya geldi. Küçüklüğü babası George ve annesi Elizabeth Bowes-Lyon titizliğinde geçmiş olsa da Elizabeth’in karakterini şekillendiren ana isimler büyükbabası George ve büyükannesi Mary Teck olmuştur. Kral George ve Kraliçe Mary’nin Elizabeth üzerinde bu kadar etkili olmasının sebebi aslında kendi çocuklarında yapmış oldukları hataları kapatmak adınadır. Hatta isminin başı Victoria olacakken V. George’un onayı doğrultusunda Elizabeth Alexandra Mary olmuştur. Elizabeth’in okulda normal bir eğitim almadığı bilinmektedir. Monarşi için bu zorunlu tutulan bir durum olmamıştır. Onlar için kanunlar, saray nizamı ve törenlerde ne yapılması gerektiğinin bilinmesi yeterlidir. Bu yüzden Elizabeth daha çok vaktini büyükannesi Kraliçe Mary Teck’in yanında geçirmiştir. Kraliçe Mary’den birkaç cümlede bahsedecek olursak seçeceğimiz başlıklar şüphesiz disiplinli, soğukkanlı, ketum ve sert olacaktır. Victoria döneminin tipik kadın özelliklerinin hepsi Kraliçe Mary’de vücut bulmuştur adeta. Hatta o da Kraliçe Victoria gibi çocuklarına ciddi şekilde baskı uygulayan bir karaktere sahiptir. Elizabeth’in babası VI. George’un kekeme olmasının bir numaralı sebebi babası ve annesi ona karşı yaklaşımları olmuştur. Babası V. George her davette ya da görüşmede oğlunun kekeme oluşunu sert bir şekilde eleştirmiş ve genelde oğlunu azarlarmıştır. Kraliçe Mary ise oğlunu babasının karşısına çıkartmaz hatta davetlere götürmezdi. Üstüne her kekelediğinde kendisinin kolunu sürekli sıkar ve azarlarmış. Elizabeth’in babası George’un sadece kekemelik sorunu yoktu ki bu durum hayatı boyunca asla düzelmemiştir. Bir başka sorunu henüz küçük yaşta çarpık bacaklı olmasıdır. Uygulanan çağ dışı tedavi sonucu bacaklarına demir parçalar takılmış ve çocukluğu uzun bir süre böyle devam etmiştir. Bu yüzden Kraliçe Mary her iki oğlu üzerinde ciddi etkileri olan bir Victoryendir. Ancak Kral V. George ve Kraliçe Mary bu tutumlarını torunları Elizabeth üzerinde göstermemiştir. Torunlarının çocuklarından daha iyi olmasını isteyen iki isim Elizabeth’e her zaman ılımlı yaklaşmıştır. Saray tarihçileri tarafından yazılan bilgilere göre Elizabeth onlar için Britanya imparatorluğunu temsil eden bir kadın figürü olarak yetiştirilmeye çalışılmıştır. Kraliçe Mary bu yüzden İmparatorluğun her bir kıtasından getirilerek oyulmuş ağaç parçalarından oyuncak küp setini torunu Elizabeth’e hediye etmiştir. Bu durumu bir takıntı olarak da kabul edebiliriz çünkü Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz İmparatorluğu içerisinde bir değişim hali meydana gelmiştir. Bu değişim İmparatorluk fikrinin çökmesi olarak değil, denetimin daha fazla arttırılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Britanya İmparatorluğu için bu durum daha hayati bir mesele haline dönüşmüştür. Sömürgeler henüz bağımsız olmasa da İrlanda’nın 1921 yılında Britanya İmparatorluğu’ndan ayrılması ciddi sorun olmuştur. Bu durumun diğer topraklara sıçramasının önüne geçilmek için yeni bir sömürge reformu süreci başlamış olsa da istenilen başarı elde edilememiştir. V. George ve Kraliçe Mary, bu gelişmeleri monarşi ve halk bazında engellemek adına İmparatorluk karakterini daha fazla ön plana çıkartmıştır. Ancak bu yeni İngiliz Ulusu fikri asıl etkisini İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Commonwealth of Nations’da (İngiliz Milletler Topluluğu) hissettirecektir ki tam başarılı olduğunu söylemek zor olur çünkü İngiliz Milletler Topluluğu bir küresel ulus fikri yerine nüfus alanı yaratmaktadır.

Z

Kraliçe Elizabeth’in çocukluk dönemi böyle ortamda şekil alırken büyükbabası Kral V. George 20 Ocak 1936 tarihinde ölmüştür. V. George’un ölümü, sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu sorunların en büyüğü yeni kral olacak VIII. Edward’ın Amerikan sosyetesinin simalarından olan Wallis Simpson ile yaşamış olduğu yasak aşktır. Bu birlikteliğin monarşi için sorun teşkil etmesinin sebebi Wallis Simpson’un Edward ile olan ilişkisi sırasında evli olmasıdır. İngiltere Kilisesi bu durumu kabul etmemektedir ki Wallis Simpson boşansa bile Kilise, İngiltere hükümdarının boşanmış bir kişi ile evlenmesini yasaklamıştır. Bu yüzden Edward’ın kral olduktan sonraki en büyük sıkıntısı birlikte olduğu Simpson’u kraliçe ilan edememesidir. Ancak şunu belirtmek isterim ki Wallis Simpson’un kraliçe olabilmesinin önündeki tek engel evli ya da boşanmış birisi olmasından kaynaklı değildir. Simpson, İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce çok büyük bir Hitler hayranıdır ve Edward’da bundan etkilenerek Hitlere karşı sempati beslemiştir. Kardeşi George ile bir konuşması sırasında Hitler’in Avrupa’yı kurtaran bir kahraman olduğunu söyleyip Britanya’nın Almanya’nın yanında yer alması gerektiğini belirtmiştir. Daha kötüsü birliktelik yaşadığı Wallis Simpson, İngiltere’ye ait birçok belgeyi Almanya’ya büyükelçilik aracılığı ile vermesi sorunların en kritik noktası olmuştur. Bu yüzden Edward’ın tahtan aşkından dolayı vazgeçtiğinin yazılması son derece romantik bir yaklaşımdır. Kendisi vatana ihanet suçundan yargılanmamak için tahtından feragat etmiştir. Üstelik skandallar burada bitmeyerek savaş sonrası dönemde devam etmiştir. Bu durumu biraz daha ilerleyen bir noktada ele almakta fayda var çünkü Kraliçe Elizabeth’i de yakından ilgilendiren bir meseledir aynı zamanda. Şimdi gelin hep birlikte Kral VI. George ve Elizabeth’in saltanat süreçlerini bir inceleyelim.

VI. George, Churchill, Savaş ve Elizabeth’in Gençlik Yılları

2Q==

VIII. Edward’ın tahttan feragat ettiği dönemde Avrupa yeni bir savaşın eşiğine gelmektedir. Winston Churchill bu durumu daha erkenden görüp parlamentoyu uyarmıştır ancak günümüzdeki son araştırmalar doğrultusunda görüyoruz ki Neville Chamberlain hükümetinin planları daha değişiktir. Bu plan, Avrupa’nın Sovyetler tarafından ele geçirilmemesi adına Almanya’nın tampon ülke olması gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Bu şekilde Almanya’nın istekleri yerine getirilirse Sovyetler karşısında Avrupa’nın büyük bir bölümü korunmuş olacaktır ve başta İngiltere olmak üzere Fransa savaştan kaçınacaktır. Bu yüzden başta Çekoslovakya’nın Südet bölgesi ve Avusturya’nın Almanya tarafından ilhakına müttefikler hiçbir ses çıkartmamış ve Avrupa barışını bu şekil koruyacaklarını düşünmüşlerdir. Ancak Sovyetler Birliği, Hitler’e doğu bölgesinden güvence verip çelik yardımında bulununca Almanya Polonya topraklarına saldırmıştır ve İngiltere ile Fransa’nın Almanya’ya savaş ilan etmesi ile İkinci Dünya Savaşı başlamıştır.

            Kraliçe Elizabeth’in babası VI. George 1936 yılında böyle bir atmosferde tahta geçmiştir. Kendisi aslında bu kurumun başı olmak asla istemiyordu. Abisinin tahtta kalması için çok ciddi çaba göstermiştir. Ancak başarılı olamamış ve Edward tahttan feragat etmiştir. Kendisi saltanatının ilk yıllarında halk karşısına çok fazla çıkmamıştır. Kekemeliğini halledemediği için halk karşısında konuşmalarının büyük bir kısmını gerçekleştirmemiştir. Bu durum babası V. George’un başlatmış olduğu sosyal monarşi hareketinin sekteye uğraması anlamına gelmektedir. Kendisi bu durumu bir şekilde halletmek adına çeşitli doktorlar ile diksiyon dersleri almıştır. Ancak diksiyon büyük bir kusuru olarak kabul edildiği için uygulanan tıbbi metotlar çağın oldukça gerisinde kalmaktadır. VI. George, bu yüzden belirli bir ilerleme kaydedememiştir. İsmi o dönemde çok bilinmeyen Lionel Logue bu iş için son kişi olmuştur. Kendisinin geliştirmiş olduğu bazı metotlar ile VI. George kekemelik sorununun büyük bir kısmını halletmiştir. Her ikisinin bu kadar çalışmasındaki sebep İkinci Dünya Savaşı’nın başlamış olması ve Britanya’nın savaşta tek başına kalmış olmasıdır. Churchill ve Chamberlain, kralın ulusa ve imparatorluğa büyük bir sesleniş konuşması yapmasını istemiştir. Beklenen konuşma 3 Eylül 1939 tarihinde gerçekleşmiş ve ulusun her noktasında radyo aracılığında canlı yayınlanmıştır.

9k=,

Elizabeth, savaş sırasında ailesinin karşı çıkmasına rağmen, Kraliyet Orduları Yardımcı Hizmetler bölümünde motorlu araç kullanımı eğitimi aldı ve savaş içerisinde şoförlük başta olmak üzere makine tamiri konusunda orduya destek verdi. Bu sadece onun için değil ileride evleneceği eşi Prens Philip içinde önemli bir dönüm noktasıdır. Prens Philip aslında Kraliçe Victoria’nın torunu olan Alice Battenberg’ün oğludur. Bu yüzden Kraliçe Elizabeth ile hanedanlık düzeyinde kan bağı vardır. Ancak iki ismin tanışması eski tarihlere dayanmaktadır. Yunanistan’da 1924 yılında gerçekleşen monarşi karşıtı hareket sonucunda hanedanlık sürgün edilmiş ve Prens Philip çok küçük yaşında ablalarının yanında yaşamaya başlamıştır. Almanya’da eğitime başlamış olsa da kendisi çocukluğunun büyük bir bölümü İskoçya’daki Gordonstoun yatılı erkek öğrenci okulunda geçirmiştir. Gordonstoun, genel olarak Victoria dönemi mimarisi ve eğitim sistemi ile kendisine has bir katı imaja sahiptir. Bu yüzden okulun en belirgin özelliği Victoryen erkeklerin yetiştirilmesi üzerinedir ki Prens Philip bunun en büyük örneklerinden birisi olmuştur. Philip eğitimini İskoçya’da tamamlarken ailesinin geri kalan kısımları büyük ölçüde dağılmıştır. Annesi Alice’e 1930 yılında şizofreni tanısı konmuştur. Ablaları ise Almanya’da yeni iktidara yükselen üst düzey Nazi partisi yetkilileri ile evlenmiştir. Babası ise Philip’i hayatında birkaç kez görmüş ve kendisinden her zaman nefret ettiğini dile getirmiştir. Philip daha çok dayısı Louis Mountbatten’ın gözetimi altında küçüklüğünü geçirse de hayatındaki en büyük dönüm noktası ablası Cecilie’i uçak kazasında kaybetmesinde yaşamıştır. Cenazeye katılmak için dayısı Louis ile birlikte Almanya’ya giden Prens Philip, uzun yıllar ailesinin geri kalan üyeleri ile görüşmemiştir. Ailesinin Naziler ile yakın ilişki içerisinde olması da bu durumun tetikleyici unsurlarından olmuştur. 18 yaşına geldiği zaman Kraliyet donanmasına katılmış ve İkinci Dünya Savaşı sırasında İmparatorluğun çeşitli yerlerinde hizmet vermiştir. Japonya’nın teslim antlaşması imzalanırken Tokyo Körfezi’nde bulunmuştur. Muhtemeldir ki Elizabeth ile bu süre aralığında tanışmaktadırlar.

Prens Philip, savaş sonrasında 1947 yılında bütün sıfatlarını bir kenara bırakarak ailesinden kalma Mountbatten soy ismini kullanmayı tercih etti. Aynı yıl içerisinde Elizabeth ile evlenerek Windsor hanedanlığının bir üyesi oldu ve ilk çocukları Charles bir yıl sonra dünyaya geldi. Elizabeth ile Philip evliliklerinin ilk zamanı devlet protokolü işleri ile ilgilenmek zorunda kalmıştır. Bunun sebebi Kral VI. George’un akciğer kanserine yakalanmış olmasıdır. Kendisinin çocukluğundan kalma stres hali, hayatının sonuna kadar etkisini devam ettirmiştir. Stresini daha çok sigara içerek atan Kral George, savaş sırasında sigara tüketimini alışılmışın üzerine çıkartmıştır ve bu durum da akciğerinin daha fazla dayanamamasına sebep olmuştur. Buckingham Sarayı’nda vefatından bir yıl önce ciğerinin birisi iflas etmesi sonucunda alınmıştır. Ancak kendisi sigara içme durumu azaltmadığı için hastalığı giderek artmış ve devlet görevlerinin çoğunu yapamaz hale gelmiştir. Kral VI. George aslında yıkılmakta olan imparatorluğun son yüksek hükümdarı olması bakımından ciddi sorumluluk ile karşılaşmıştır. 1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın Britanya İmparatorluğu’ndan almış olduğu bağımsızlık bir devrin sonunun başlangıcı olarak gözüküyordu. Britanya, imparatorluk içerisindeki bağımsızlık halini reform süreci ile düzeltmeye çalışsa da savaşın getirmiş olduğu fatura oldukça yüksekti ve İngiltere o dönemin en borçlu devletlerinden birisiydi. Bu yüzden imparatorluğun bir arada kalması artık hemen hemen imkansızdı. Bu yüzden 1947 yılında Hindistan’ın son genel valisi olan Louis Mauntbatten, İngiliz İmparatorluğu’nun dağılışının en büyük isimlerinden birisi oldu. Winston Churchill için Louis Mauntbatten bir vatan hainiydi. Hindistan’ı satmıştır onun gözünde. Ancak Churchill gibi Victoria çağının isimleri Britanya İmparatorluğu’nun dağılma sürecini asla kabul etmemişlerdir. Bu yüzden bir suçlu her zaman hazır olacaktır onlar için.

İmparatorluğun aslında eski kudretinin olmadığı 1931 yılında yavaş yavaş kendisini hissettirmiştir. Bu tarih Commonwealth of Nations’ın (İngiliz Milletler Topluluğu) kuruluş tarihidir. Britanya imparatorluğu artık daha fazla ilerleyemeyerek nüfus imparatorluğu politikasına geçmiş ve kral ile kraliçenin milletler topluluğuna üye devletlere gezi yapması beklenmektedir. Kral V. George bunu belirli aralıklarla yapmış olsa da hastalığı sebebiyle yerine kızı Elizabeth ve eşi Philip bu görevi üstlenmiştir. İngiliz hükümdarları milletler topluluğu içerisinde en üst düzey yönetici olarak kabul edilmektedir. Üstelik günümüzde milletler topluluğu üyesi olan 14 ülke İngiliz monarşisinin yönetimi altındadır. Milletler topluluğunun şu anki nüfusu 2,5 milyar civarındadır. Bu yüzden hanedanlığın milletler topluluğu üzerinde son derece kritik bir görevi vardır.

 1949 tarihinde gerçekleşen bu gezi Elizabeth adına bir dönüm noktasıdır. Birçok kişi için bu gezi yeni kraliçenin ilk provası olarak kabul edilir. Şahsıma göre: bu durum dağılmakta olan imparatorluğun son şafağıdır çünkü gezi ile aslında Britanya’nın dünya üzerindeki konumu tesis edilirken eski gücün yavaşladığı gözükmektedir. Gelen hükümetler dünya siyasetine nüfuz etmek isterken Amerika’nın küreselliği ile rekabet edemez olmuştur ve Sovyetler Birliği karşısında Amerika dışında hiçbir alternatif kalmamıştır. Bu yüzden Kraliçe Elizabeth’in saltanatının ilk yılları imparatorluğun son şafağıdır. Gezinin en ilginç yanı hiç şüphesiz Güney Pasifik’te yer alan Tanna Adası’nda gerçekleşmiştir. Adanın yerlileri Prens Philip’i geldiği ilk gün tanrıları ilan etmiş ve günümüzde halen daha yerliler adına bu konumunu devam ettirmektedir. (Prens Philip 2021 yılında ölünce adanın yerlileri yas ilan etmiştir.)

İmparatorluğun Son Şafağı

Tarihler 6 Şubat 1952 tarihini gösterdiği zaman Kral VI. George gece uykusundaki kan pıhtısı atması sonucu ölmüştür. Bundan bir yıl önce iktidara gelen Winston Churchill kralın sağlık durumunu doktorlar dışında bilen tek kişiydi aslında. Ancak kendisi sürekli kralım ölüm haberini böyle erken beklemediğini söylemiştir. Kralın ölüm haberi sarayın baş yetkilisi tarafından “Hyde Park Köşesi” şifresiyle başbakana bildirildi ve cenaze töreni ile yeni kraliçenin ilan edilmesi organizasyonu başlamış oldu. Kralın vefatı Elizabeth’e hemen bildirilemedi çünkü kendisi eşi Philip ile milletler topluluğu gezisi kapsamında Kenya’nın Sagana kentindeydi. Kraliçeye ulaşılması zaman almıştır ve vefat haberi kendisinden önce radyo aracılığı ile dünyaya duyurulmuştur. Elizabeth ise bu haberi eşi Philip’ten almıştır. Babasının ölüm haberi ile geziyi yarıda keserek Londra’ya geri dönmek üzere yola çıkmışlardır. Bu yolculuk sırasında Kraliçe Elizabeth’e büyükannesi Kraliçe Mary tarafından bir mektup yazılmıştır. Mektubun içerisinde şu cümleler yazmaktadır:

“Sevgili Lilibet, Babanı, oğlumu ne kadar sevdiğini biliyorum. Ve bu kaybımıza en az benim kadar üzüldüğünün farkındayım. Ama şimdi o hislerini bir kenara bırakmalısın. Çünkü görevin seni çağırıyor. Babanın ölümünün kederi her yerde hissedilecek.  Halkının senin gücüne ve liderliğine ihtiyacı var. Üç büyük monarşinin, kişisel işlerini görevlerinden ayıramadıkları için tamamen yok olmalarına şahit oldum. Sen aynı hataları yapmamalısın. Babanın yasını tutarken başka birinin yasını da tutmalısın. Elizabeth Mountbatten’ın yasını. Çünkü artık onun yerine başka birisi geçti. Elizabeth Regina (Kraliçe Elizabeth). Bu iki Elizabeth sürekli birbirleriyle çatışma hâlinde olacak. Gerçek şu ki hükümdarlık kazanmalı. Her zaman kazanmalı. Unutma sen bugün parlamentonun huzurunda değil kilisede taç giyiyorsun. Halkına karşı her zaman görevin kutsal olacaktır ve hesap vereceğin tek kişi tanrının bizzat kendisidir.”

 Yeni Kraliçe Londra’ya gelene kadar Kral VI. George’un cenaze töreni yapılmadı. Londra’ya gelmeden önce kıyafetleri hazırlanan Kraliçe Elizabeth, babasının cenaze törenine katılmadan önce bu görev için asla kendisini uygun aday olarak görmediği belirtilir. Ancak en yukarıda değindiğimiz gibi monarşi için sadece kurumun geleceği vardır kişilerin şahsi hisleri değil. Bu yüzden kendilerine ait karakterleri asla olamaz ve bağlılıkları sadece monarşinin kendisinedir. Aslında şu noktaya dikkat çekmek lazım: Bugün Britanya’da monarşinin varlığı üzerine çok ciddi tartışmalar dönmektedir ve görülen o ki bu kurumun bazından şahsi bir düzeye inmektedir. Açıkçası bu tartışmalarda büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum çünkü toplumlar başta kanunlar ve kurumları değerlendirme altına almadan yönetici pozisyonunda olan şahıslar bazında bir eleştiri meydana getiriyorsa ciddi olarak sorun yaşamaktadır.

Bu yüzden bugün kraliçenin konumu üzerine bir tartışma yaşanıyor ve aslında bu durum monarşi karşıtlığı olarak yorumlanıyorsa ilk olarak monarşinin varlığını yeniden gözden geçirmek ve en temelde kanunları incelemek gerekmektedir. Üstelik Britanya’da monarşinin varlığı belli bir gelişim şemasına dayanmaktadır. Bugün yönetimin başında bulunan hükümdar, aynı zamanda kilisenin de başı olması bakımından laik bir düzeni temsil etmemektedir. Teknik olarak karşımızda Anglikan Kilisesi mensuplarını temsil eden bir otorite vardır. Bu otorite aynı zamanda parlamentoya ve yasalara karşı da sorumludur. Kendisinin başbakan seçme hakkı yoktur. Sadece atama görevlerinde bulunabilir. Herhangi bir dikte etme yetkisi yoktur. Lordlar kamarası ve parlamentoyu açma görevine sahiptir. Tamamen sembolik bir kurum imajı veriyor olsa görünmeyen bir etkisi vardır. Hükümdarın parlamenter monarşi içerisindeki konumu aslında iktidara gelmiş kişi ile doğru orantıdadır. Demokrasiler içerisinde iktidara halkın çoğunluğu ile gelen kişiler yeri geldiği zaman yetkilerini başka ideolojik formda kullanabilir ve bu duruma demokrasi diyebilir. Britanya’da ise bu durumun daha farklı olduğu gözükmektedir çünkü iktidara gelmiş yönetici kadrosu her zaman hükümdarın altındadır yani istediği durumu her an uygulayamaz. Bu yüzden hükümdarın onayını almadan hareket eden başbakan, yeri geldiği zaman kendi iktidarını kaybetme riski ile karşılaşabilir. Bu durum aslında İngiltere’de diktatörlük rejime varacak bir iktidarın neden oluşamadığını anlatmaktadır bizlere. Hükümdarın olması demek İngiliz demokrasisi adına süreklilik temsil etmektedir. Bunu iyi bir yönetim şekli olarak söylemiyorum ancak hükümdarın olmadığı bir Oswald Mosley (Britanya Faşistler Birliği Lideri), Margaret Thatcher ve Boris Johnson hayal edelim. Ellerindeki yetkiler ile Britanya’yı hatta dünyanın geleceğini çok ciddi şekilde değiştirebilirlerdi ki bu durumun iyi yönde olacağını söylemek zor olur. O yüzden bugün monarşinin konumu şahsi bir karakter üzerinden değerlendirmek popüler kültürün insanların üzerindeki etkisidir sadece. Gerçek değerlendirme detaylı bir inceleme sonucu yapılabilir. Nihayetinde herkesin ortak noktası, etkisini hissettiği durum üzerine düşünce eylemi gerçekleştirme halidir, yapılabilirse tabii ki. Slavoj Žižek’in şu sözüne kulak vermek gerekmektedir: “Herkes dünyanın en iyi yönetim biçimi demokrasi diyor. Demokratik olmak her şeyden üstündür diyor. Demokratik olmayan ülke geri kalmıştır diyor. Ancak kimse demokrasi nedir diye sorgulamıyor. Tek bir doğru varmış gibi nihilist bir düşünce ile hareket ediliyor ve düşüncenin önüne ket vuruluyor.” Žižek, bizlere düşüncenin sürekliliğini açıklarken aslında inandığımız kavramın ne olduğunu anlatmak istemektedir. Bu yüzden monarşinin konumu üzerine bir değerlendirme yapılacaksa bu kişi düzeyinde olmamalıdır çünkü hükümdarın konumu, değerlendirmenin ikinci aşamasıdır. Aksi takdirde popüler kültürün söylemleri ile konuşmak ve düşünmek zorunda kalırız.  

2Q==

Şimdi yazımızın ana karakteri olan Kraliçe II. Elizabeth’e geri dönelim. Elizabeth babasının vefatından sonraki ilk icraatı 4 Kasım 1952 tarihinde Parlamento’nun açılış konuşmasını yapmasıdır. Ancak kendisinin taç giymesi bir yıl sonraya ertelenmiştir. Bu ertelemenin mimarı Winston Churchill’dir. Churchill’in bu hareketi yapmasındaki sebep hala tartışma konusu olsa da nedeni parti içi muhalefetten kaynaklamaktadır çünkü Churchill yeniden başbakan seçildiği zaman 77 yaşındaydı ve birçok işi düzenli halledemiyordu. Dışişleri bakanı Anthony Eden, parti içerisinde Churchill’e karşı muhalefetin başı olmuştur. Aslında kendisi İkinci Dünya Savaşı sırasında Churchill’in en büyük destekçisidir. Ancak ikili savaş sonrasında çok ciddi sorun yaşıyor olsa da Eden’in Churchill’e muhalefeti daha şahsi bir meseleye dayanmaktadır. Kendisinin kariyeri sürekli olarak Churchill’in gölgesinde kalmıştır ve bu durum sürekli onun karşısında çıkartılmıştır. Eden, bu yüzden Churchill seçimlerine tekrardan kazanana kadar harekete geçmemiştir çünkü Churchill hala İngiliz halkında oy alabilecek en güçlü liderdir. Seçimlerin kazanılması ile bu muhalefet meydana gelmiş ve yeni hükümdarın taç giymesiyle birlikte Churchill’in istifası istenecektir. Churchill, Eden’in muhalefetini bir süre engellemek için Elizabeth’in taç giyme törenini ertelemiştir. Bu süre içerisinde Churchill, parti içi muhalefeti engellemeye çalışmış olsa da tam başarılı olduğunu söylemek zordur

2Q==

Kraliçe Elizabeth’in 1953 yılındaki taç giyme töreni. Source: Hulton Archive/Getty Images

Elizabeth, tarihin ilk canlı kamera görüntüleri eşliğinde tacını 2 Haziran 1953 yılında giymiştir. Töreni 27 milyon insan televizyondan, 11 milyon insan ise radyodan dinlemiştir. Törenin canlı bir şekilde yayımlanması fikri eşi Prens Philip’e aittir. Philip’in taç giyme törenine bu kadar ilgi göstermesinin sebebi, mesleği olan deniz komutanlığından Elizabeth’in kraliçe olmasıyla birlikte ayrılmış olmasıdır. Kendisinden beklenen yegâne şey, Kraliçe’ye bağlı bir eş olması ve saray protokolleri dışındaki çoğu işinden feragat etmesidir. Philip’in bu duruma ayak uyduramadığı sürekli olarak bilinmektedir. Kendisi bu yüzden 1957 yılında biraz olsun itibar sahibi olmak için Elizabeth’ten kendisine Britanya Prensi unvanı verilmesini istemiştir. Bu konumu onu saray içerisinde biraz daha söz sahibi yaptırmış olsa da uğraşları arasında uçak uçurmak ve donanma kulüplerine gitmek dışında pek fazla bir şey yoktur ki kendisine yüksek hızda araba kullanması da yasaklanmıştır. Teknik olarak hayatını bir kişiye adayan ve bunun dışına çok zor çıkan bir figür ile karşılaşıyoruz.

wdSRLRs4nY+7gAAAABJRU5ErkJggg==

                          Winston Churchill ve Anthony Eden

Şimdi Gelelim Kraliçe Elizabeth ile başbakanları arasındaki sürece. Kraliçe’nin ilk başbakanı Winston Churchill’dir. Açıkçası ikili arasındaki diyalog sürekli olarak belirsizliğini korumuştur çünkü başbakanın 77, yeni kraliçenin 27 yaşında olması kopukluğun ana noktasıdır. Üstelik Eden önderliğinde Churchill’e karşı oluşan muhalefet, Elizabeth’in karşısında belli başlı ki çoğu haklı olmak üzere belgeler çıkartmaya başlamıştır. Bu süre içerisinde Churchill’in görevini iyi yapamaması ve yaşı sürekli gündemde kalmıştır. Ancak Elizabeth, Eden’in donelerine rağmen Churchill’in başbakanlık koltuğunda kalmasına sıcak bakmıştı çünkü babası ile Churchill arasındaki diyaloğu yakından biliyordu. Elizabeth için Churchill’in konumu, amcası Edward’ın (VIII. Edward) babasının cenazesi sırasında Londra’ya gelmesi ile belli olmuştur. Churchill, tahtan feragat etmiş eski kralın duruşuna saygı duyduğu bilinmektedir. Üstelik kendisine açık bir şekilde destek de vermektedir. Bu geri dönüş sırasında kendisi adına bir davet vererek bu desteği göstermek istemiştir. Ancak Churchill bunları yaparken eski kralın geçmişini saklama niyetinde miydi tam bilinmez, susmayı tercih etmişti. Bu suskunluğun sebebi Marburg ya da bilinen ismiyle Windsor dosyalarından kaynaklıdır.

 Marburg dosyaları bu çalışmanın aslında en kilit noktasını teşkil etmektedir. VIII. Edward, tahta ilk geçtiği zaman birliktelik yaşadığı Wallis Simpson’la Hitler’e karşı büyük sempati besledikleri bilinmektedir. Edward, İngiltere ve Fransa adına önemli birçok belgeyi Neville Chamberlain ile görüşmeleri sonucunda elde ediyordu. Bu belgelerin birçoğu Wallis Simpson’ın aracılığı ile dönemin Almanya büyükelçisi Herr Ribbentrop’a gitmiştir. Simpson, aynı zamanda Ribbentrop’la birliktelik derecesinde yakın ilişkileri olan birisiydi. Ribbentorp’a giden belgeler saray yetkilileri, MI5 ve MI6 tarafından fark edilince VIII. Edward’ın tahttan feragat işlemleri hemen başlatılmıştır. Tahttan feragat ettikten sonra Belçika’ya Wallis Simpson’la giden Edward ilk ziyaretini Almanya’ya yaptı ve ikili Adolf Hitler’in huzuruna çıktı. Hatta İngiltere’nin eski başbakanlarından David Lloyd George’da, (1916-1926 arası iktidarda kaldı) 1936 yılında Hitleri ziyaret eden kişiler arasındadır.  Ancak Edward bu gezi sırasında SS (Schutzstaffel) okulları ve ilk toplama kamplarının henüz soykırım yapılmadan önceki halini gezdi. Savaşın başlaması ile Naziler ve eski kral arasındaki yazışmalar giderek arttı ve kendisi Adolf Hitler ile bir anlaşma yaptı. Anlaşma gereğince Edward İngiltere’ye giderek kardeşi VI. George’a baskı yaparak Almanya ile İngiltere’nin arasında bir barış görüşmesi yapılmasına katkı sağlayacak ve kendisine İspanya’da yaşayabileceği bir ev tahsis edilecektir. Ancak Edward’ın bu teşebbüsleri sonuç vermemiş ve Hitler’e bir mektubunda İngiliz halkının morali zayıflamaya başladığını bildirerek bombardıman sayısını giderek arttırılması gerektiğini belirtmiştir. Bu şekilde İngiltere’nin teslim olup kendisinin yeniden kral olabileceğini düşünmektedir. Düşünün eskiden kralı olduğu halkının bombalanması için baskı yapan bir kişidir VIII. Edward. Sadece bu da değil, 1940 yılında Almanya’nın Fransa’yı işgal etmesi içi hazırlamış olduğu planlar, bir uçak kazasında müttefiklerin eline geçmiştir. Bunun haberini alan Edward, Almanya’ya bir telgraf ile belgelerin müttefiklerin eline geçtiğini ve İngilizler ile Fransızların nerelerde konuşlandığına dair koordinatların listesini göndermiştir. Üstelik Edward, savaştan sonra ülkesine geri dönmeye çalışan ve Fransız büyükelçiliği görevini üstlenmek istediğini bildirmiştir. Tam bu dönemde Marburg dosyaları ortaya çıkmıştır. Dosyalar savaşın son döneminde yok edilmemiştir çünkü Hitler’in kişisel tercümanı Paul Schmidt’in kişisel asistanı Üsteğmen von Loesch, savaştan sonra yargılanmamak için belgeleri pazarlık edebilmek adına saklamıştır. 1946 yılında Amerikalı askerler Loesch’ü yakaladığında belgelerin yerini kendisinden öğrenmişlerdir. Belgeler savaş sonrasında kurulan araştırma komitesi tarafından inceleme altına alındı ve yayımlanmaya çalışıldı. İngiliz hükümeti bu durumu bir süre olsun engelledi ancak Kraliçe Elizabeth tahta çıktıktan sonra Amerikalı ve Fransız tarihçiler belgelerin yayımlanması için baskı yaptılar. Edward tam bu dönemde ülkesine geri dönmek isterken Elizabeth’in öğrenmiş olduğu dosyalar neticesinde talebi geri çevrilmiştir. Marburg dosyaları bu yüzden İngiliz monarşisin yakın tarihindeki en büyük sorunudur. Üstelik yakın zamanda Kraliçe Elizabeth’in çocukken Nazi selamı verdiği fotoğrafının gazeteler tarafından yayımlandığı varsayarsak meselenin ciddiyetini kavrayabiliriz.

Z

Eski Kral VIII. Edward, Wallis Simpson ve Adolf Hitler. (1937) Source: Le Nouvelliste d’Indochine, 14 novembre 1937.

Z

                       VIII. Edward, SS askeri okulunu gezerken. (1937)

Churchill ile Kraliçe arasındaki ilk sınav ise hiç şüphesiz 1952 yılının aralık ayında gerçekleşen büyük sis faciasıdır. İngiltere, savaştan sonra kemer sıkma politikasını devam ettiriyordu ve ekmek hala karne ile verilmekteydi. Isınma enerjisi olarak kömür hala ana kaynaktı ve ülke genelinde çok ciddi bir soba kullanımı vardı. 1952 yılında gerçekleşen büyük sis faciası ise Londra geneline yayılarak trafik kazalarının artmasına ve solumun zehirlenmesine yol açmıştır. Churchill liderliğindeki Muhafazakâr hükümet bu durumu başta ciddiye almasa da ölüm oranlarının artması sonucu geç kalınmış uygulamaları devreye sokmuşlardır. Bu geç kalınmışlık, Kraliçe ile Churchill arasında ufak çaplı bir gerginliğe neden olsa da Churchill parti liderliğini sürdürmeye devam etmiştir.  Sis faciasında ise 12 bin kişi hayatını kaybetmiştir. İki isim arasındaki bir diğer sınav ise Churchill’in yaşı gereği görevini düzenli bir şekilde yerine getiremiyor oluşudur. Churchill, görevi başındayken 23 Haziran 1953 tarihinde büyük bir felç geçirmiştir. Aslında Eden, istediği fırsatı elde etmiş olsa da kendisi de hasta olduğu için görev değişikliği talebinde bulunamamıştır. Churchill bu süre zarfında iyileşmeye çalışsa da istediği ivmeyi gösterememiş ve Nisan 1955 tarihinde istifasını Kraliçe’ye sunmuştur. Yerine yeni başbakan olarak Anthony Eden geçmiştir.

9k=

                            Anthony Eden (1897-1977)

Kraliçe Elizabeth, politika konusunda ilerleme göstermiş olsa da eğitiminin eksik bırakılmasından hoşnut değildir ve temel eğitimler başta olmak üzere birçok konuda alanında yetkin profesörlerden ders almak istemiştir. Bunların yanında çocukları ile pek ilgilenemediği de bilinmektedir. Charles’tan iki yıl sonra 1950 yılında dünyaya gelen Anne, Kraliçe Elizabeth’in ilk kız çocuğudur. Arkasından 1960 yılında Andrew, 1964 yılında Edward dünyaya gelmiştir. Elizabeth, çocuklarını Victoria çağının kalıntıları altında yetiştirmek pek istememiştir çünkü küreselleşen bir dünya ile karşı karşıya olduklarının bilincindedir. Ancak Victoria döneminin kalıntılarını tek taşıyan kişi kendisi değil eşi Prens Philip’tir aynı zamanda. Çocukların yetiştirilmesi konusunda Philip daha fazla inisiyatif almıştır. Kendisi küçüklüğünde sert bir eğitim süreci geçirdiği için Charles’ın da aynı şekilde eğitim görmesini istiyordu ve kendisini henüz küçük yaşta İskoçya’daki Gordonstoun’a göndermişti. Tabii ki Charles burada asla istediği atmosferi yakalayamadı ve babasının istediği karakterde bir sertlik sergileyemedi ve görülen o ki Charles babası tarafından özgüvenini erken yaşta kaybetmiş bir kişi olarak yaşamı devam ettirmiştir. Üstelik çoğu işini ailesinden gizli yapıyor olması bu korku halinin bir başka göstergesidir ki Prenses Diana olayını hatırlasanız demek istediğimiz durumu daha iyi kavrayabilirsiniz. Ancak Kraliçe Elizabeth, sadece çocukları konusunda sıkıntı yaşamamıştır. Kardeşi Prenses Margaret, Kraliçe’nin hayatındaki en büyük tartışmaların merkezinde olan isimler arasındadır.

Z

                             Prenses Margaret (1930-2002)

Prenses Margaret, daha çok sosyal aktivitelerden hoşlanan, partilere katılmayı seven bir motor tutkunudur. İkisi çocukluk dönemlerinde çok iyi anlaşıyor olsalar da Elizabeth’in kraliçe olmasıyla birlikte ikilinin arası çeşitli sebeplerden ötürü sürekli mesafeli kalmıştır. Bunun sebebi, Prenses Margaret’in hanedanlığın en yaygın olan skandalı olan yasak bir aşk yaşıyor olmasından kaynaklıdır. Bu birliktelik babası VI. George’un yakın danışmanlarından olan eski hava kuvvetleri subayı Peter Townsend’la yaşanmıştır. Townsend, kralın yanında danışmanlık yaparken evliliği devam etmektedir ve Prenses Margaret ile birlikteliği bu zamana dayanmaktadır. Bu durum kendisi VI. George yaşarken hissettirmiştir. Ancak Kraliçe Elizabeth, saltanatın ilk döneminde ortaya çıkan bu ilişki gizliliğini yitirmiş ve monarşi ile kiliseyi bir kez daha karşı karşıya getirmiştir. Evli ya da boşanmış bir kişi ile hanedan mensubu birisinin evliliği kabul edilmemektedir ki bu durum yazımız içerisinde fark ettiyseniz güncelliğini sürekli korumaktadır. Prenses Margaret, Kraliçe Elizabeth’e sürekli bu konuda baskı yapmış ve bir orta noktanın bulunmasını istemiştir. Kraliçe, gerçekten bütün yetkililerle iletişime geçmesine rağmen ortak bir noktaya ulaşılamamıştır. Peter Townsend, bu gelişmelerin ışığında önce Belçika’ya gönderilmiş ve İngiltere’ye dönmesi uzun süre devlet görevi altında engellenmiştir. Prenses Margaret ise bu süreç içerisinde hanedanlıktan daha fazla uzaklaşan isimlerin başında yer almıştır. Kız kardeşi ile arası uzun süre bu konudan dolayı mesafeli olmuştur. İlerleyen tarihlerde ise Peter Townsend, başka bir kişi ile yaşamını devam ettirmiş ve Prenses Margaret’in hayatında çıkma kararı almıştır. Prenses Margaret ise özel hayatı konusunda kilise ve monarşi baskısını hissetmemek adına daha hızlı hatta radikal kararlar almıştır. Bu radikal kararların en büyüğü, 1960 yılında evlendiği Antony Armstrong-Jones ile olan birlikteliğidir. Antony, ismi çok bilinmeyen bir fotoğrafçıydı ve sergilerini daha fazla açabilmek adına sponsorlar arayan bir isimdi. Prenses Margaret ile yakınlaşması bu sebeptendir ki birliktelikleri daha da ilerlemiştir. Ancak Antony’nin en büyük sorunu açık ilişki yaşamayı seven biseksüel bir karakter sahip olmasıdır. Çift bu yüzden 18 yıl evli kaldıktan sonra boşanma aşamasına gelmiştir zaten. Bu birliktelikten ise iki çocukları dünyaya gelmiştir ancak Prenses Margaret her zaman hüznün kraliçesi olarak popüler kültür içerisinde yer etmiştir.

            Bir de kısaca Kraliçe’nin saltanatı sırasında İmparatorluğun dağılma sürecine değinelim hep birlikte. Dağılma tabirini burada doğru mu kullanıyoruz, açıkçası bilmiyorum çünkü oldukça tartışmalı bir konuya parmak basıyoruz. Kesin olan tek şey imparatorluk artık yoktur ancak milletler topluluğunun varlığı sayesinde İngiltere dünya genelinde eşine az rastlanacak bir nüfus devleti olmayı başarmıştır. Üstelik günümüzde İngiliz hükümdarı olan bir isim Avrupa dahil 155 milyon insanın devlet başkanıdır. Bu açıdan İngiltere çoğu dünya devletinin aksine imkanlarını kendi yaratması bakımından önemli bir konuma sahiptir ki Avrupa Birliği’ne girişi ve çıkışı hikayesi bu bağlamda okunması gereken bir süreçtir. İmparatorluğun eski gücünü kaybettiğini gösteren olay genelde 1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlıkları kazanması olarak gösterilir. Ancak buradaki en büyük kırılması noktası hiç şüphesiz Süveyş Krizi ve 1947-1960 arasındaki Afrika ülkelerinin bağımsızlık sürecidir.

Süveyş Krizi hiç şüphesiz Britanya’nın yakın tarihindeki en büyük diplomatik başarısızlıklarının başında gelmektedir. Bunun sebebi askeri olarak kazanmış olduğu bir süreci diplomatik gücünü eskisi gibi kullanamaması bakımından yitirmesidir. Mısır’da iktidara gelen Cemal Abdülnâsır Süveyş kanalını kamulaştırmak ve kanal üzerindeki Batı etkisini en alt düzeye indirmek istemiştir. Bu durum karşısında İngiltere ve Fransa, İsrail ile üçlü bir antlaşma imzalayarak Mısır üzerine askeri bir harekatın gerçekleştirilmesini kararlaştırmıştır. Antlaşma gereği İsrail, Mısır’a savaş ilan edecek ve İngiltere ile Fransa kanal üzerinde asayişi sağlamak adına bölgeye kalıcı bir askeri güç yerleştirecektir. Askeri plan başarılı olsa da Amerika ve Sovyetler Birliği’nin olaya müdahale etmesi sonucu Britanya ve Fransa birlikleri geri çekilmek zorunda kalmıştır. İngiltere başkanı Anthony Eden’in bu harekata çok ciddi çaba gösterdiği bilinmektedir. Bunun sebebi Churchill’in arkasında başbakanlık döneminde iyi bir profil sergilemiyor oluşudur. Üstelik siyasi kariyeri Churchill’in gölgesinde kaldığı için askeri ve diplomatik bir başarı kendisi adına büyük bir zafer olacaktır ancak operasyon başarısız olunca Eden’in de kariyerinin sonuna gelinmiştir. Asıl çarpıcı olan kısım, İkinci Dünya Savaş sırasında Mısır’da olan Eden ile Abdülnâsır’ın tanışıyor olmasıdır. İki isminde birbirlerine geçmişten bir husumet içerisinde olduğu da aşikardır. Kraliçe Elizabeth ise antlaşmanın yapıldığından haberdar değildir. Kendisi Mısır’daki İngiliz vatandaşlarının korunması adına bir operasyon düzenlendiğine dair Eden tarafından yanlış bilgilendirilmiştir. Bu olay kendisini istifa sürecine götüren ana noktaların başında gelmektedir. Arkasında gelen Harold Macmillan’da beklenen etkileri veren bir isim olmamıştır. Aslında Churchill ile yavaşlamaya başlayan Britanya siyaseti Eden ve Macmillan ile zirveye ulaşmıştır. Saymış olduğumuz isimler küreselleşen dünyaya ayak uydurma konusunda çok büyük sıkıntılar yaşamış ve ülke genelinde eleştirilerin odak noktası haline gelmişlerdir. Bu yüzden muhafazakâr partinin liderleri Margaret Thatcher’a kadar halk bazında gerekliği desteği görememiştir ki Thatcher’ın almış olduğu desteğin şartları hepsinden farklıdır ve hiç olmadığı kadar radikaldir.

2Q==

Britanya siyasetinde bu farklılığı biraz olsun Harold Wilson değiştirmiştir. Kendisi iktidara ile geldiği zaman İngiliz ekonomisi devalüasyona süreci yaşıyordu ve İşçi Partisinin yeni lideri ülke genelinde sosyal ekonomik reform yapılacağının garantisini veriyordu. Ancak Harold Wilson’un Britanya siyasetindeki durumu geçmişi ile doğru orantıda incelenmeli çünkü kendisi büyük bir kesim için düzgün bir politikacı olabiliyorken bazı kesimleri için İngiltere’yi sosyalist yapacak bir Rus ajanıdır. Kendisi İngiltere’de eğitim görmüş olsa da Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği ile olan yakın ilişkilerinden dolayı başta MI5 (Military Intelligence Section 5) olmak üzere eski ordu mensupları tarafından riskli kabul edilmiştir. MI5 kendisini yakın incelemeye alırken, eski ordu mensubu isimler Louis Mauntbatten, öncülüğünde yeni bir hükümetin kurulması için darbeyi andıracak bir hareket girişiminde bulunmuşlardır. Onları bu harekete doğru iten şey, 1960 yılında Sovyetler Birliği’nden kaçan eski KGB ajanı Anatoly Golitsyn’in, Wilson hakkında ajan olduğunu söylemesi ve kendisinden önceki İşçi Partisi başkanı Hugh Gaitskell’in suikast sonucu öldürülerek Wilson’un başbakan olduğunu iddia etmesiydi. Bunun üzerine harekete geçen Cecil King, Louis Mauntbatten öncülüğünde yeni bir hükümetin kurulması ve sivil savunma gruplarının oluşturulması gerektiğini belirtti ki bu alenen darbe olarak gözüktü. Kraliçe’nin kuzeni olan Louis Mauntbatten, başta bu işe sıcak baksa da arkasından oluşabilecek senaryolar adına geri çekildi çünkü Harold Wilson 1974 yılında Heathrow Havaalanı’nda yapmış olduğu bir konuşmasında olası bir darbe provokasyonu olduğunu belirterek halkın dikkatini çekmeye çalışmıştır. Üstelik hanedanlık üyesi birisinin böyle bir olaya karışması monarşinin pozisyonunu da ciddi şekilde etkileyecektir. Kraliçe, galiba bu noktada inisiyatif alarak kuzeni Louis’ye, olayların içerisinde yer almaması gerektiğini belirtti. Üstelik Harold Wilson, hakkındaki iddiaların çoğu ispat edilebilmiş değildir. Ancak CIA karşı istihbarat başkanı James Angelton, iddiaların çoğundan ikna olmuştu ve Wilson’un Batılı ülkeler için tehdit olarak görüyordu. Aslında Amerika’nın Wilson’a karşı böyle bir tutum içerisinde olmasının başka bir sebebi vardı. Vietnam Savaşı son dönemine girmişti ve Amerika tam 20 yıl boyunca bu savaşın içerisindeydi. Başkan Lyndon B. Johnson, müttefik kuvvetlerden yardım beklerken Harold Wilson gerekli desteği vermeyip İngiliz askerlerinin geri çekilmesini istemiştir. Bu durum o zamana kadar İngiltere ve Amerika arasındaki en büyük krizdi çünkü Wilson’un bu duruşu karşısında Amerika, İngiltere’ye gerekli olan kredinin verilmesini bir süre engelledi ki bu durum İngiliz ekonomisini zora soktu.

Harold Wilson, sanılanın aksine Sovyetler Birliği’ne yakın durmuş birisi değildir. Evet sosyalist olsa da monarşinin varlığına karşı saygısı olmuş bir isimdir. Bu durum aslında iktidara gelen bütün işçi partisi liderleri için geçerlidir. Bu yüzden işçi partisi liderlerinin duruşu sürekli olarak eleştirilir ve monarşiyi desteklemeleri bir saçmalık olarak kabul edilir. Ancak yukarıda bahsetmiş olduğumuz sebeplerden dolayı monarşinin konumu, ideoloji üstü bir şekilde durmaktadır.

İngiltere’nin o dönemde sadece Harold Wilson’la değil, başka bir casusluk krizi ile de sallanmıştır. Bu kriz bizzat saray içerisinde patlak vermiş ve kraliçe sorunların odak noktası haline gelmiştir. Bu krizin ana mimarı Sir Anthony Blunt’tır. Kendisi İngiliz sanat tarihçisi olmasının yanında Sovyetler Birliği’nin 1930 yılında oluşturduğu Cambridge Beşlisi üyesidir. Aynı zamanda Kraliçe tahta geçtikten sonra resimlerinin Surveyörü görevini üstlenmiştir. Kendisinin Cambridge Beşlisi üyeliği daha sonradan öğrenilse de saraydaki birçok görüşmeyi ve bilgiyi KGB’ye teslim ettiği CIA tarafından tespit edilmiştir. CIA bu bilgiyi MI6 ile paylaşmış ancak bu büyük istihbarat açığının üzeri örtülmeye çalışılmıştır. Kendisinin Sir unvanı elinden alınmamış ve görevine devam etmesi sağlanmıştır çünkü böyle bir olayın gazetelere düşmesi istenmemiştir. (Blunt, aynı zamanda Kraliçe Victoria Nişanı sahibidir.) 1979’da İngiltere’nin ilk kadın başbakanı Margaret Thatcher, bir televizyon konuşmasında Blunt’ın, vatana ihanet ettiğini ve Rusya’ya ajanlık yaptığını söylemesi sonucunda bütün unvanları elinden alınmıştır. Kraliçe ise Blunt’ın asıl görevi ortaya çıktıktan sonra asla kendisi ile görüşmemiştir.

Thatcher, Diana ve Elizabeth

Öncelikle Margaret Thatcher, Prenses Diana ve Kraliçe Elizabeth’in bir arada incelenmesinin çok zor olduğunu belirtmek isterim çünkü 1970 ve 1997 arasındaki 27 yıl, üç önemli kadın figürünün sadece İngiltere ile sınırlı kalmayarak küresel düzeyde etki uyandırdığı bir dönemdir. Öncelikle Margaret Thatcher ile başlamak isterim çünkü kendisinin Kraliçe ile olan ilişkisi İngiltere ve dünya adına önemli bir kırılma noktasıdır. Thatcher, İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş bir isim olarak ülkelerin sadece bireysel bazda ayağa kalkınabileceğini düşünmektedir. Özellikle kendisinin şu sözünü hatırlamakta gerek:

“Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.”

wOhbQDGxfrgTgAAAABJRU5ErkJggg==

                               Margaret Thatcher. (1925-2013)

Onun yönetim şekli alışılmışın dışında son derece radikal ve patronluk esasına dayanmaktadır. Kendisi bir ülkenin şirket gibi idare edilmesi gerektiğini ve çalışanlarının patronuna bağlı olup bireysel olarak hayatlarının devam etmesi gerektiğini düşünen bir isimdir. Bu yönetim şekli neoliberalizm olarak karşımıza çıkmaktadır ki Thatcher’dan önce var olan bu kavram, Thatcher’dan sonra bütün dünyaya yayılmıştır. Bunun en büyük pazarlayıcısı da eski Amerikan başkanı Ronald Reagan’dır. Neoliberalizm, esasen bir toplum projesidir. Topluma karşı bir aidiyet duygunuz olmaz ve devletler ile yapmış olduğunuz bireysel antlaşmalar sonucunda ilerleyebilirsiniz. Başka bir deyişle, Thatcherizm’in gerçek yüzü ile karşılaşan kişilerden sadece bir tanesisinizdir. Herkese gelişmesi ve varlıklı olması için fırsat tanıyan eşitlikçi bir yapı gibi gözükse de aslında en ufak hatanızda sizi silen bir Darwincilik barındırmaktadır içinde. Üstelik her insan doğmadan önce bu sistemin bir paçası olarak kabul edilir ve dünyaya ilk geldiğiniz anda sistemin borcu bizzat sizin borcunuz olur. O yüzden herkesin çalışması, iş sahibi olması ve en önemlisi sürekli başarılı olması gerektiği bir sistemdir neoliberalizm. Kısacası nefes almak istiyorsanız bu sistemin parçası olacaksınız denmektedir tüm insanlara ki dünyanın şu anki en büyük sıkıntısı, bizzat neoliberalizmin açmış olduğu çıkmazlar bütünüdür. En temelde herkes bugün Thatcher’ın mirası ile yüzleşmesi gerektiği bir noktadadır. O yüzden bu kısmı kısa tutup Kraliçe ile olan ilişkisine geri dönmemizde fayda vardır.

 Thatcher, aslında kendi üzerinde bir otorite tanımayı seven birisi değildir çünkü şirket gibi yönetilen ülkenin patronu bizzat kendisidir. Muhafazakâr partiye ait binaların içerisinde Kraliçe Elizabeth’in yanında kendi tablosunun asılı olması bu durumun en belirgin özelliğidir aslında. Parti içerisindeki en çok kullanılan söz “o benim patronum” olmuştur. Bu yüzden Thatcher, normal bir muhafazakarın aksine yeni bir radikalizmi temsil etmektedir. Bu açıdan Thatcher’ın temsil etmiş olduğu durumun daha başka bir seviyede üçüncü bir güç olarak incelenmesi gerekmektedir. Kısacası Muhafazakârlar, İşçi Partisi ve Thatchercılar olarak üç grup şeklinde incelenmelidir.

Z

   Kraliçe Elizabeth ve Margaret Thatcher. (1979) Photographer: Tom Stoddart/Getty Images

Kraliçe Elizabeth ile Thatcher’ın arası genelde mesafeli olmuştur çünkü Elizabeth, diğer başbakanlar ile kurmuş olduğu ilişkiyi Thatcher ile kuramamıştır. Bu yüzden ikili arasında politik bazda çok büyük uçurumlar mevcuttur. En belirgin gözüktüğü noktalar, Avrupa Birliği ve İngiliz Milletler Topluluğu’nun konumu üzerinden gerçekleşmiştir. Thatcher, başbakanlık koltuğuna 1979 yılında ilk oturduğunda İngiltere’nin ekonomisi çökme riski ile karşı karşıyadır ve Avrupa Birliği’ne yeni girmiştir. (1973) Thatcher, ekonomik krizin çözülmesi için ilk olarak sendikaların üzerine gidilmesi gerektiğini düşünmüştür. İngiltere her ne kadar doğalgaz ve benzin enerjisini kullanan küresel güçlerden birisi olsa da Thatcher döneminde kömür halen daha en önemli enerji kaynaklarının başında gelmektedir. Maden işçileri, kötü çalışma şartları ve emeklerinin karşılığını hükümetten göremeyince ülke genelinde geniş çapta grevler başlamıştır. Thatcher, ilk olarak sendikaların şiddetli bir şekilde kapatılmasını ve grevlerin son bularak işlerin kaldığı yerden devam etmesini istemiştir. Thatcher, sendikalar üzerine her seferinde daha fazla baskı uygulayarak bir ötekileştirme projesi yürütmüştür. Kraliçe Elizabeth, Thatcher’ın bu tutumu konusunda sürekli eleştirse de kendisinden aynı geri dönüşü görememiştir. Ülke içerisinde kaos hakimken Thatcher, Amerikan başkanı Ronald Reagan ile yakın ilişkiler götürmüştür. Bir dönem Thatcher’ın politikaları kazanç getiriyor gibi gözükse de İngiltere küresel piyasada en fazla borç sahibi olan ülkelerden birisi olmuştur.

 Kraliçe ile Thatcher arasındaki en büyük çıkmaz İngiliz Milletler Topluluğu’nun konumu üzerinden olmuştur. Thatcher için milletler topluluğu, çok gereksiz bir projeydi ve İngiltere’nin sırtına yük oluyordu. Bu yüzden topluluğa üye devletlerin sıkıntıları ile İngiltere’nin asla uğraşmaması gerekiyordu. Thatcher, imparatorluğun geçmişi ve konumuna dair pek bilgili bir insan değildir açıkçası. 1980 yılında Güney Afrika’da başlayan siyasi sorunlar milletler topluluğu üyesi ülkeleri bir araya getirmiştir. 1986 yılında bir araya gelen üyeler, Güney Afrika’nın ekonomik ve siyasi olarak toparlanması gerektiği konusunda anlaşmaya varmak istedi ancak Thatcher’ın muhalefeti ile karşılaştılar. Topluluk, sadece Güney Afrika’daki rejime karşı yaptırım kararı alabildi ve 1984 yılında Apartheid rejimi son buldu. Bu olay sonucunda Nelson Mandela Güney Afrika’nın ilk siyah devlet başkanı olmuştur. Nelson Mandela’ya yaptırımların işe yarayıp yaramadığı sorusu sorulduğunda “buna hiç şüphe yok” cevabını vermiştir. Aslında bu olaylar Thatcher’ın kraliçenin otoritesine karşı hiçbir hissiyatının olmadığının başka kanıtıdır. Ancak Thatcher çok kurnaz bir politikacıdır aynı zamanda. Milletler topluluğuna karşı hiçbir sorumluluğu olmadığı söyleyen başbakan, Falkland Adaları için Arjantin’le savaşmıştır. Ülke içerisinde birçok meselenin çıkmaza girmesi, savaşın İngiltere tarafından zaferle sonuçlanması ile bir süreliğine unutulup gitmiştir ve Thatcher bir dönem daha başbakanlık koltuğunda kalabilmiştir. Onu sadece kendi partisi yenebilirdi çünkü kendisine karşı çok ciddi muhalefet başlamış ve akabinde istifalar peş peşe gelmiştir. Thatcher baskılara daha fazla dayanamayarak Kraliçe’ye istifasını sunmuş ve İngiliz siyasetinden çekilmiştir. Kraliçe adına rahat bir nefes alındığını söylemek son derece yerinde olur çünkü Thatcher’ın hemen hiçbir kurumsal kimliğe ya da otoriteye hissiyatı yoktur. O sadece kendisi ve çıkarlarının düşünülmesi gerektiği bir profil sergilemişti. Bu yüzden Kraliçe’yi ne çok uğraştıran başbakan kendisidir.

9k=

Kraliçe Elizabeth ve Nelson Mandela. (1996) Photographer: Tom Stoddart/Getty Images

 Şimdi gelelim bu yazının en zor kısmına. Şahsımın yaşı bu olayların yaşanma anına yetmiyor ancak siz okuyucularımızın bazıları o dönemi oldukça iyi hatırlayacaktır. Bu dönem halen daha izini koruyan ve popüler kültürün asla yok olmasına izin vermediği Prenses Diana olayıdır. Öncelikle şunu ifade etmek isterim: burada yazmış olduklarım genel gözlemler ve değerlendirmeler sonucunda ortaya çıkmıştır. Prenses Diana ya da Kraliçe Elizabeth’i ilahlaştırmak gibi bir düşüncem asla yoktur. Aksi taktirde popüler kültürün saçmalıklarının devam etmesi olur. O yüzden burada her iki tarafın durumları üzerinden bir inceleme ile karşılaşacaksınız.

 Hatırlarsanız Prens Charles’ın çocukluk dönemine değinmiştik. Çocukluğunun kendisi üzerinde bırakmış olduğu en büyük sıkıntı şüphesiz özgüven eksikliği ve iletişim problemidir. Genelde güçsüz kabul edilen bir geçmişi vardır. İlişkileri içerisinde de bu özgüven eksikliği kendisini belli etmektedir. Bu durumun yanında kendisi özel hayatı konusunda son derece savurgandır. Çok fazla ilişki yaşayan Charles, temelde güvensizliğe dayalı doyum problemi yaşayan bir kişiliktir. Ancak Charles adına en büyük sorun, ismini çoğu kez duymuş olduğumuz Camilla ile olan birlikteliğidir. Bunun bir sorun olarak gözükmesi yine aynı sebebe yani Camilla’nın evli olmasına dayanmaktadır. İkili arasındaki ilişki Prens Charles’ın Galler Prensi ilan edildiği dönemin öncesine dayanmaktadır. Prens Charles’ın Camilla ile olan yasak ilişkisi duyulmaya başlandığı zaman Kraliçe, kendisini daha fazla devlet görevi ile meşgul etmeye çalışmıştır. Ancak sonuç alamayınca Charles’ın, hanedanlığın çevresinden birisi ile evlendirilmesi kararlaştırılmıştır. Kız kardeşi Prenses Anne’de aynı sorunların merkezindedir ancak Charles, taht varisi olduğu için konumu daha başka bir şekilde değerlendiriliyordu.

Charles bir dönem Sarah Spencer ile kısa bir birliktelik yaşamıştır. Spencer ailesi İngiliz soylularındandır ve monarşi ile bağları yakındır. Diana ile Charles’ın tanışma anı da bu döneme dayanmaktadır ki Diana burada henüz 16 yaşındadır. Ancak Prens Charles’ın Camilla ile olan birlikteliği monarşi adına daha fazla sorun çıkartınca Diana, kraliçe için en uygun kişi olarak gözükmüştür. İkili arasındaki ilişkinin mimarı aslında yine kraliçe ve monarşinin kendisidir. Birbirlerini severek tanışmamışlardır ve Diana bu dönemde henüz 20 yaşındadır. Kendisi soylu bir aileden geliyor olsa da kreş öğretmeni asistanı olarak çalışmıştır. Ancak ikilinin hayatı, kraliçe tarafından onaylanarak bir evlilik ile birleştirilmiştir. 29 Temmuz 1981 tarihinde gerçekleşen düğün dünya çapında 750 milyon insan tarafından seyredilmiştir. Ancak birliktelikleri bu kadar iyi olmamıştır. İlk sorunun 1982 İngiliz Milletler topluluğu gezisinde olduğu tahmin edilmektedir. William henüz yeni doğmuştur ve çift Charles’ın Camilla ile olan ilişkisi sonucunda ilk büyük kavgasını burada yaşamıştır. Charles, zaten Diana ile olan evliliği boyunca Camilla ile olan ilişkisini hiç kopartmamıştır. Diana ise bu durum karşısında ilişkinin üç kişilik yaşanmasından dolayı çok ciddi bir bunalım hali yaşamıştır. Kendisi çok küçük yaşta anne olmuş ve bir anda monarşinin sorumlulukları ile karşı karşıya kalmıştır. Charles’ın bu durumunu da eklersek eğer karşımıza kocaman bir sorunlar bütünü çıkmaktadır.

Z

Kraliçe Elizabeth, Prens Charles ve Prenses Diana. Buckingham Sarayı 27 Mart 1981. Source: Fox Photos/Getty Images.

th1hH0oxN4+JlY8Kzs9Z4YEw0wjXtqDoOftvzKZGLO3T1KoAAAAASUVORK5CYII=

Prenses Diana ve Prens Charles düğünü. (29 Temmuz 1981)

Charles ile Camilla’nın ilişkilerini devam ettirmesi, çiftin arasını sürekli olarak açık tutmuştur. Aslında Prenses Diana’nın da bu süre içerisinde birkaç ilişkisi olduğunu söylememiz de fayda var. Ancak her şeye rağmen evliliği için tek çaba gösteren kişi de o olmuştur. Üstelik Diana gerçekten Britanya ve dünya tarafından çok sevilen bir sima haline gelmiştir. Birçok dergi kapağında ve programda kendisinden bahsedilmiştir. Özellikle 1982 Millet Topluluğu gezisi sırasında Diana’nın karakteri Charles’ı çok ciddi şekilde gölgede bırakmıştır. Bu yüzden ikilinin arasındaki tek sıkıntı aldatma değil bir karakter mücadelesidir aynı zamanda. Diana’nın karakteri sadece prens Charles ile sınırlı kalmayarak Kraliçe’nin otoritesini de sarsmıştır aslında çünkü Elizabeth’in kendisine has bir sosyal monarşi kavramı varken Diana bütün alışılmışın tersinde yeni bir profil sergilemiştir. Birçok sivil toplum kuruluşunun etkinliğine katılması, uluslararası alanda açlık sınırı altındaki bölgelere yardım etmesi gibi birçok örnek Diana’nın monarşi içerisinde yalnız kalmasına neden olmuştur. Aslında Diana’nın en büyük anlaşmazlıkları ne Kraliçe ne de Charles’tır. O, monarşinin geçmiş yapısı ve konumu ile kavga halindedir çünkü kendisinden beklenen, kişisel hayatını asla ön planda tutmayıp monarşiye hizmet etmesidir. Ancak Prenses Diana’nın mizacı bunun tam tersi olduğu için aslında hiç olmaması gereken bir ilişkinin kurbanı olmuştur. Yukarıda anlatmış olduğumuz diğer hanedan üyelerinin hayatlarını yapbozun bir parçası olarak kabul edersek ne demek istediğimiz daha net bir şekilde gözükecektir çünkü monarşi de birey diye bir şey yoktur, kurumun kendisi vardır. Keşke diyerek tarih yapamayız ancak bu olay içerisinde gerçekleşmemesi gereken durum Diana ile Charles’ın asla tanışmaması gerektiğidir. Bu yüzden çiftin 1996 yılında boşanmasını çok büyük bir gecikme hali olarak görmeliyiz. Aslında bazı tarihçiler bu durumun daha erken bitebilecekken, Kraliçe’nin Diana’yı hiç dinlememesinden dolayı uzadığını savunmaktadır.

 Buradaki esas kriz, çiftin boşanmalarından sonra patlak vermiştir çünkü Prenses Diana 1997 yılında Paris’te sebebi hala tartışma konusu olan bir kaza sonucu hayatını kaybetmiştir. Diana, medyanın karşısında çok fazla olduğu için özel hayatı herkes tarafından bilinmekteydi. Bu durum yaşamını kaybetmesi ile komplo teorilerini arttırmıştır aslında. Ancak şahsımın görmüş olduğu en büyük sorun, BBC’nin Prenses Diana ile röportaj yapmak için monarşi üzerinden yalan bir haber yapmış olmasıdır. BBC, bu durumu aslında birkaç ay önce itiraf etmiştir. BBC’nin o dönemki yayın yönetmenleri, Diana’nın canlı yayın karşısında olan biteni anlatmasını sağlamak için hanedanlığın, üzerine daha fazla gelip asılsız suçlar ile kendisini karalayacaklarını söyleyerek konuşmaya ikna etmişlerdir. Diana’nın o konuşması halen daha bir dönemin hafızasındadır. İlişkisinin üç kişilik olması, Kraliçe’nin Diana’ya yaklaşımı gibi birçok şey o röportaj sırasında konuşulmuştur. Bunlar olmasaydı ne olurdu bilmek zor ancak gerçek değişir miydi, tabii ki hayır.

 Prenses Diana, kazada hayatını kaybettikten sonra Kraliçe Elizabeth herhangi bir resmî tören düzenlenmesini uygun görmedi ve bayraklar yarıya indirilmedi. Herhangi bir mesaj da yayımlamadı. Bu durumlar onun toplum tarafından çok ciddi eleştirilmesini sağladı ve ilk kez halkın büyük bir kısmı monarşinin varlığını sorgular hale geldi ki bu olay yine kişi bazında kalmış popüler kültüre ait bir harekettir. Kraliçe, Diana’nın ölümü üzerine eleştirilerin odak noktası haline gelince canlı yayında konuşma yapma kararı adlı ve torunlarını önemsediğini söyleyerek meseleye sınırlı bir yaklaşım içerisinde kalmayı tercih etti çünkü ilk başta belirttiğimiz gibi Kraliçe, çok eski bir ananenin yetiştirilme tarzı ile büyümüştür. Bundan dolayıdır ki Diana konusunda gerekli inisiyatifi alamamıştır. Sadece ölümünün arkasından Buckingham Sarayı’nda halkın karşısına çıkıp Diana için çiçekleri ve notları görmüştür. Belki tekrar olacak ama burada bahsi geçen herkes monarşi kurumunun altında birer isimdir. Kendileri monarşi yüzünden ya daha korumacı olmuştur ya da daha zıt bir karakterde yaşamını devam ettirmiştir. Prenses Diana olayı da aynı şekilde popüler kültürün ilahlaştırma hareketinden değil, monarşinin ne olduğu üzerinden değerlendirilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde ne Kraliçe’yi ne Charles’ı ne de Diana’nın hareketlerini anlayabiliriz.

Küresel Kraliçe

 Kraliçe Elizabeth, 21. yüzyılın başlarında monarşinin küreselleşmesinin simgesi haline gelmiştir. Bu konumu onu daha fazla popüler kültürün anlatımı içerisine dahil etmiştir. Üstelik Prenses Diana’nın ölümünden sonra monarşinin itibarı hala halk bazında tartışma konusudur. Bu yüzden kendisi ve hanedan üyelerinin geri kalanı ile halkın içerisindeki daha fazla gözükmeye başlamıştır. Giymiş olduğu kıyafetleri ve binicilik sevgisi ile kameralar karşısındadır genelde. Ancak bu dönem içerisinde de hanedanlık içerisinde skandalların durduğunu söylemek biraz zor olur. Bu durumun baş mimarı oğlu Prens Andrew’dür. Kendisi Amerika’da bir dizi skandala imza atmıştır. İlki 17 yaşında genç bir kız çocuğuna tecavüz etmiş olduğu iddiasıdır ki mesele iddia olmaktan çıkıp gerçekleşmiş bir eylem halini almıştır. Ancak buradaki ana sorun Prens Andrew’ün, Jeffrey Epstein ile yakın arkadaş olmasıdır. Epstein, birçok kez kendisinden küçük çocuklar ile cinsel ilişkiye girmesi ile bilinmektedir ve ikilinin birçok fotoğrafta yan yana olduğu görülmüştür. Epistein, hakkında açılan davalar sonucunda cezaevine gönderilmiş ve orada ölmüştür. Prens Andrew ise iddiaları reddetse de birçok işi tarafından sübyancı olarak kabul edilmektedir. Kendisi bütün hanedanlık vasıflarından feragat etmiş ve kraliçenin isteği üzerine Amerika’daki görülecek davada sivil olarak yargılanmıştır.

Kraliçe Elizabeth’in yakın dönemini meşgul eden meselelerden birisi hiç şüphesiz Brexit sürecidir. 1973 yılında Avrupa birliğine giren Birleşik Krallık, 2016 yılında gerçekleştirilen halk referandumu sonucunda birlikten ayrılma kararı almıştır. Aslında ilk referandum, 1975 yılında yani birliğe girildikten iki yıl son yapılmıştır. Ancak esas sonuç 2016 yılında elde edilmiştir. Halkın %52’si Avrupa Birliği’nden ayrılmayı seçerek 6 yıllık bir müzakere sürecini başlatmış ve tam üç başbakan bu sürecin başında yer almıştır. David Cameron, Theresa May ve Boris Johnson’un ana gündem maddesi Brexit olurken aslında yeni bir hareketin oluşum aşamasını da yaratmışlardır. Bu hareket “Global Britain” adı altında dünya siyasetinde Britanya’nın konumu daha fazla hissettirmek üzerine şekillenmiştir. Amerika ile Çin arasında başlayan yeni soğuk savaşın ortasında İngiltere’nin inisiyatif alma mücadelesi olarak da yorumlanabilir bu durum. Ancak yazımız açısından durumun en çarpıcı yanı, Kraliçe Elizabeth’in Birleşik Krallık’ın hem Avrupa birliğine girişine hem de çıkışına şahitlik etmiş olmasıdır.

bJAAAAAElFTkSuQmCC

  Kraliçe zaman içerisinde hem siyasette konumu korumuş hem de torunlarının evlilikleri ile meşgul olmuştur. Prens William’ın Catherine Elizabeth Middleton, Prens Henry’nin ise Meghan Markle ile evlilikleri hanedanlığın yakın zamandaki gelişmeleridir. Ancak Prens Henry ve Meghan Markle’ın birliktelikleri Kraliçe Elizabeth için ciddi sorun teşkil etmiştir. Öncelikle Meghan Markle’ın ten rengi üzerinden bir iddia ortaya atılsa da buradaki asıl sorun Meghan’ın geçmişindedir. Kendisi Amerika’nın önde gelen simalarından birisi olsa da Henry ile evliliğinin siyasi bir temeli olduğu iddia edilmektedir. İddiaya göre: Meghan, Henry ile evlenerek monarşinin desteğini alacak ve Amerika siyasetinde önce senatör arkasından başkanlık koltuğuna kadar bir kariyer planlaması yaratacaktır. Tabii ki hala net bir durum olmamakla birlikte Kraliçe ile torununun arasının açılması bu sebebe bağlanmaktadır. Megan ile Catherine arasındaki anlaşmazlıklar da meseleyi daha geniş bir hanedan sorununa dönüştürmektedir.

  2Q==

             Kraliçe Victoria, VII. Edward, V. George ve ileride kral olacak VIII. Edward.

    Z

       Kraliçe Victoria’nın çekilmiş fotoğrafının bir benzeri Kraliçe Elizabeth, Prens

        Charles, Prens William ve genç Prens George ile çekilmiştir. (2020)

 Kraliçe Elizabeth’in en zorlandığı an, eşi Prens Philip’i 9 Nisan 2021 tarihindeki ölümü olmuştur. Tam 75 yıl evli kalmışlardır ve Prens Philip İngiliz tarihinde hükümdara hizmet eden en uzun eş unvanına sahip hanedan üyesidir. Prens Philip’in ölümünün çok zor olduğunu belirten kraliçe kamera karşısına pek çıkmamaya başlamıştır. Parlamento açılışına ve birçok sosyal etkinliğe kendisi adına oğlu Charles gitmiştir. Kraliçe aynı zamanda Charles’ın eşi Camilla’nın geçmişte boşanmış olmasından dolayı kraliçe olamaması engelini kaldırarak kendisinin konsort kraliçe unvanına layık görmüştür.

Son Monark

 Bu satırları, Kraliçe Elizabeth’in ölüm haberi üzerine yazmaktayım. Açıkçası burada kendisine karşı herhangi bir hissiyatımın olmadığını belirtmeliyim. Görevim: kendisinin dünya üzerindeki konumu ve geçmiş hayatını anlatmaktır. 1 yıl önce başlamış olduğum yazıyı bu şekilde bitirecek olmaktan mutluluk duyuyorum. Aynı zamanda tarihi bir karakteri anlatmanın yanında kendisini her yönüyle ele almaktan büyük keyif aldığımı da belirtmek isterim.

Tarih 8 Eylül 2022 tarihi gösterdiğinde çalışmadaki görevimde son bulmaktadır. Bu tarihte Kraliçe II. Elizabeth İskoçya’daki Balmoral Kalesi’nde hayatını kaybetmiştir. Tam 15 İngiliz başbakanı tayin etmesiyle birlikte 12 Amerikan başkanının iktidarını görmüştür. Üstelik kendisi Türkiye’ye 3 defa seyahatte bulunmuştur. 96 yıl yaşamış ve küresel çağın önemli bir tarihi karakteri ile tanıştık aslında. Kendisi bugün modern kültürün büyük bir parçası haline gelmiştir. Kraliçe Victoria’nın dönemi, dünyayı değiştirirken Kraliçe Elizabeth’in saltanatı değişen dünyaya ayak uydurmak ile geçmiştir. Ancak belirtmek isterim ki kraliçenin hayatı popüler kültürün kapitalist söylemleri ile pek anlaşılamaz. O yüzden bu çalışma, bir internet yazısına göre oldukça uzundur çünkü amacımız, tarihi bir şahsiyetin hayatını diğer isimlerle birlikte geniş ölçekte değerlendirmektir.

Y2QPeHHdLuYuvCMo69q9xRJQfkLQeIB9a3wam1hi

 Kraliçe II. Elizabeth’e ait en gerçekçi tablolardan birisi İspanyol ressam Miriam Escofet tarafından yapılmış ve bitmesi tam 7 ay sürmüştür.

Gördüğüm kadarıyla, Kraliçe’ye karşı hala sempati besleyen ve ona karşı olan kişiler vardır. Platinum Jubilee kutlamaları sırasında kendisine karşı çok çoğun bir ilgi olsa da birçok kesim açısından hala Britanya’nın sömürgeci geçmişinin simgesi olarak gözükmektedir. Bu Ölümünün arkasından yapılan paylaşımlar ve haberler bunun canlı kanıtıdır adeta. Bu yüzden ister Kraliçe olsun başka bir tarihi şahsiyet olsun kendi döneminin düşünce yapısının analiz edilmesi ile anlaşılabilir. Bundan sonra tahta geçecek Prens Charles için iki önemli sınav olduğunu düşünüyorum. İlki, İngiliz Kilisesi’nde içerisinde kendisine karşı olan muhalefettir. Bu muhalefet, Charles diğer dinlere karşı ılımlı yaklaşıyor ve haklarını savunuyor oluşundan kaynaklıdır ki İngiliz Anglikan Kilisesi bu duruma sıcak bakmamaktadır. İkincisi ise Prens William’ı aniden Galler Prensi ilan etmesi halinde oluşacak sorunlardır. Kendisi zamanında Kraliçe Elizabeth tarafından Galler Prensi ilan edildiğinde ciddi bir muhalefetle karşılaşmıştı ve sorunun halledilmesi epey bir zaman aldı. Galler bölgesinde yaşayan halk ileride kralı olacak kişinin, prenslik döneminde Galler’de yaşamasına çok dikkat etmektedir. Bu yüzden William, hemen Galler Prensi ilan edilirse geçmişte yaşanana sorunun bir benzeri meydana gelebilir.

Umarım sizlere Britanya’ya tarihinin en uzun hükümdarını tanıtabilmişimdir. Değerli yorumlarınızda umarım güzel bir etki bırakabilmişimdir. Bu yazımı, yanımda her zaman olan canım annem Aysel Bilen’e ithaf ederek bitiriyorum.