1946 yılında Bulgaristan’da oylama ile krallık kaldırılmasından ve cumhuriyet ilan edilmesinden sonra, 27 Ekim 1946’da yapılan seçimleri Komünist Parti kazandı. Ardından 4 Aralık 1947’de komünizm esaslarına dayalı yeni anayasa kabul edildi. Bu Bulgaristan için bir dönemin başlangıcı oldu.“Yeniden Canlanma”nın ilk aşaması Ocak 1985’e kadar sürdü. Bu noktada güneydoğu Rodop Bölgesinde yasayan bütün Türklerin ve Pomakların isimleri zorla Bulgar ismi ile değiştirildi. 14 Ocak 1985 yılından itibaren toplam 310.000 Türk’ün ismi değiştirildi: 214.000 kişinin Kırcaali bölgesinde, 41.000 kişinin Hasköy bölgesinde, 22.000 kişinin Filibe bölgesinde, 5000 kişinin Pazarcık bölgesinde, 11.000 kişinin Eski Zagra (Stara Zagora) bölgesinde, 9.000 Kişinin Burgaz bölgesinde Türklerin isimleri değiştirildi.[1]
Bulgar Hükümeti, ülkesinde yaşayan Türklere silah zoruyla Bulgar adı vermek için, Türkiye – Bulgaristan ilişkilerinin en iyi göründüğü bir zamanı seçti. Jirkov’un taktiği karşındakinin yüzüne gülerken sırtından hançerle şeklinde özetlenebilir. 1968 yılında Todor Jivkov’un Türkiye’ye yaptığı gösterişli ziyaretten sonra, Türkiye ile Bulgaristan arasında «iyi komşuluk ve dostluk» dönemi başladı. Hatta kimi dış politika yazarlarımız, 1930’lardan beri Yunan dostluğunu arayan Türkiye’nin «yanlış ata oynadığını» yazdılar ve Balkanlarda Türkiye’nin gerçek dostunun Bulgaristan olabileceğini söylediler. Göç anlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlanan bu ziyaretin, ikili ilişkilerimizde yeni bir aşama olacağı umuluyordu. Gidiş de onu gösteriyordu. Karşılıklı ziyaretler durmadan sıklaştı. İki ülkenin devlet adamları, teknisyenleri, yazarları, çizerleri, sporcuları, sanatçıları karşılıklı mekik dokur oldular. Hatta zaman geldi Bursalı göçmenlerle yakınları vızır vızır karşılıklı ziyaretler yapmaya başladılar. İstanbul ile Şumnu arasında otobüsler çalışıyordu hatta.[2]
Fakat olayların perde arkasıyla ilgili bölge Türkleri şunu demektedir: Türk ve Bulgar devlet adamları karşılıklı dostluk ziyaretleri yapacakları zaman Bulgaristan’da bizim yüreğimiz ‘cızz’ ediyordu. Çünkü Demirel veya Ecevit ne zaman Bulgaristan’a dostluk ziyareti yapsalar tam o sırada Bulgarlar bizim üzerimize çullanırlardı. Ön tarafta dostluk nutuklarıatılır, kadehler kaldırılırken, arka tarafta Bulgar bize yapmadığı eziyeti bırakmazdı. Pomaklara zorla Bulgar adıverilmeye başlanması tam böyle bir zamana rastlatıldı. Türkiye’ye pek bağlı olan bir Müslüman kardeşlerimizin feryadı,Türk- Bulgar dostluk söylevleri içinde boğuldu gitti.Pomaklardan sonra sıra bize de gelir mi ve bu da bir Türk devlet büyüğünün Bulgaristan gezisine rastlatılır mı diye korkuyorduk. Sonunda az çok öyle olmadı mı?[3]
Daha önce Pomaklar ile başlayan bu eylem 1972-1974 döneminde zorla tamamlandı. Bu konuda Bulgaristanlı Türk şair Mehmet Con, 1974’te şöyle sesleniyordu[4]:
«Cana kıyar şimdi zaman
Gözyaşını silmez misin?
Bulunmuyor derde derman
Duymaz mısın, görmez misin?
İnsan ömrü geçmez para
Soydaşların bahtı kara,
Yüzler gülmez, kalpler yara
Duymaz mısın, görmez misin?»
1984 Sonbaharında Jivkov’un gerçek yüzü ortaya çıktı. 1981–1983 yıllarında, yani devlet başkanları düzeyinde karşılıklı ziyaretlerin yapıldığı bir sırada, Bulgaristan’da Türkçe konuşan Çingenelerin adları, zorla değiştirildi. Çingenelerle birlikte 100.000 kadar Türk’ün de adları yine silah zoruyla değiştirildi. Fakat halen Türkiye’den bir tepki yükselmiyordu. 1984 Sonbaharında Bulgarlar büyük Türk kitlelerinin de üstüne giderek aynı eylemi gerçekleştirmek istediğinde Türkiye komşusunun niyetini anladı.[5]
Bulgaristanlı şair Raif Recebof, Kasım 1984’te «Çağrı» adlı şiirinde şunları anlatıyordu bize dizelerinde:
Biz Bulgaristanlı Türkleriz
Adından, dilinden, dininden mahrum bir millet,
Neremize baksanız,
Bir yara göreceksiniz kanayan
Ağlayan bir yüreğin dökülüşünü göreceksiniz
Damla damla gözlerimizden.
………………………………….
Gelin, gelin de
Akan terlerimizin, gözyaşlarımızın
Akan kanlarımızın gölünde
Kimsesiz boğulup ölüşümüzü görün.
Biz cılız, çok cılız bir ele
Kandil ışığı verecek bir söze muhtaç
Ezilen, itilen, küfredilen Türkleriz.
………………………………….
Tekmeleriyle kızıl itlerin
Bir kadın çırılçıplak
Ayşeden olması için Anjelika
Atıldı sokağı
Ana, anacığım diye
Bir yavrunun ağlayışını,
Ayıptır diyen bir ihtiyarın
Yerle bir edilişini görün dipçiklerle
Gelin de dilini, dinini
Türklüğünü seven iki milyonun
Dağda belde ölüşünü görün.[6]
Bu olaylara Türklerin maruz kalması üzerine Türkiye Cumhuriyeti olaylara dâhil oldu ve hem ikili görüşmelerde hem de uluslararası ortamda Bulgaristan’da bulunan Türklerin maruz kaldıkları muameleyi dile getirdi. 1985 yılında Sofya Büyükelçisi Ömer Lütem Şubat ayında Ankara’ya gelerek Cumhurbaşkanı Kenan Evren’i Bulgaristan’da bulunan Türklerin durumları hakkında bilgilendirdi. Ardından Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu ile görüştü. Bunun üzerine Bulgaristan Büyükelçisi yapılan görüşmede Büyükelçi Bulgaristan’daki Türklerin isimlerinin değiştirilmesi için bir zorlama yapılmadığını, Türklerin isimlerini gönüllü olarak değiştirdiklerini öne sürdü. Bu konu ile ilgili milli bir politika geliştirebilmek amacıyla 1985 yılının Şubat ayında TBMM’de Bulgaristan’da yaşayan Türklerin durumu ile ilgili “Genel Görüşme” açıldı.[7] Alınan karar neticesinde muamelelere karşılık misilleme olarak Türkiye 22 Şubat 1985’te Bulgaristan’a nota verdi ve Bulgaristan’daki Türk azınlığın sorununa müzakere yoluyla çözüm bulunmasını istedi.
Uluslararası Af Örgütünün 1986‟da yayınladığı raporda bu konu hakkında ”Halkın çoğunluğu Türklerden oluşan köyler, genellikle sabahın erken saatlerinde köpekli polislerle ve tanklı birliklerle kuşatılıyordu. Yeni kimlik kartlarını ya da seçilecek “resmi” isimlerinin bulunduğu listeyi taşıyan askerler, her eve girip, kimi zaman silah tehdidiyle yeni kimlik kartlarını almaya ve yeni isimlerini “gönüllü” olarak seçtiklerini belirten formları imzalamaya zorluyorlardı. Bazen de etnik Türk köylerinin sakinleri köyün ana meydanında toplanıp yeni kimliklerini almaya zorlanıyordu. Karışık nüfuslu köylerinde örneğin nüfusunun %50’sinin Türk olduğu Haskova bölgesindeki Harmanlı yakınındaki Pareslavets’de de aynı yöntemler kullanılıyordu… Kimi zaman etnik Türklere yönelik yeni kimliklerini kabul etmeleri için birkaç günlük süre verildi, aksi takdirde işlerini kaybedecekleri tehdidinde bulunuldu.” [8] Şeklinde durumu dile getiriyordu.
Bulgaristan’ın ikinci aşamasına 18 Şubat 1985’te Todor Jivkov “yeniden canlanma” yönteminin başarıyla tamamlandığını açıklamasıyla geçildi. Böylece Bulgaristan Mart 1985’ten itibaren tek milletli bir ülke olduğunu ileri sürebilirdi. İsim değiştirme kampanyasını takiben Türk azınlığın etnik, kültürel ve dini benliğini yok etmeyi amaçlayan ağır yasaklar ve baskılar uygulandı. Türklerin ana dilinde konuşmaları, geleneksel giyim kuşamları, dini bayramları kutlamaları, camilerde özgürce ibadet etmeleri, oruç tutmaları, erkek çocuklarını sünnet ettirmeleri yasaklandı. Oysa Bulgar Anayasasının 45/7. Maddesi Bulgar kökenli olmayan vatandaşlarının Bulgarca ile birlikte kendi dillerinde eğitim hakkını tanıyordu.[9]
Hasan Şenyurt Milliyet gazetesinde ki yazısında bu olayı şöyle dillendiriyor: “1984 son baharında ve kışında, Bulgaristan Türk kitlesine karşı bir yok etme savaşı açıldı. İşe önce güney bölgelerden bağlandı. Kocaali, Mestanlı, Eğridere, Darıdere bölgeleri yasak bölge ilan edildi. Bulgar silahlı kuvvetleriyle çevrildi. Her kasabaya,her köye, her Türk evine silahlı baskınlar düzenlendi. Her aile reisine önceden bastırılmış dilekçe formaları verildi. Bu formlarda adlarının Bulgar adları olarak nüfusa geçirilmesi isteniyordu. Bu basılı formların oracıkta derhal imzalanması istendi. İmzalamak istemeyenler dayaktan geçirildi, işkenceye tabi tutuldu, hücrelere tıkıldı ve hatta öldürüldü. Adlarını değiştirmemek için dağlara çıkanlar oldu. Bunların peşine polis köpekleri salındı. Direnenlere, polise ve askere karşı gelenlere ateş açılması emri çıkarıldı. Köylerden kasabalardan kaçanlar, dağa çıkanlar, yasalara karşı gelen isyancılar olarak görüldü. Türklüğünden vazgeçmeyen ve Bulgar adı almamak için kendi canlarını kıyanlar oldu”[10]
1985 yılı başlarından itibaren (yukarıda haber de görüldüğü üzere) Türk azınlığa asimile etmek için savaş açmaya karar vermiş olarak Türk adlarını Bulgar adları ile değiştirmeye başladılar. Türklerin benliklerini siliyor ve buna razı olmayanları acımasızca kırıp geçiriyordu. [11] Daha önceden başlayan bu cinayetler dünya basınına 1985 Ocak ayında ilk defa düşüyordu. O günlerde bir dergi, Bulgaristan’da yaşanan acı olayları şöyle dile getirdi[12]:
“Komşu Bulgaristan’da tam bir “ırk imhası” cinayeti (soykırım) işleniyor. Bulgaristan’daki Türk- Müslüman azınlığı yok ediliyor. Bulgar Hükümeti, bu zavallı kan kardeşlerimize kaşı acımasız bir yok etme savaşı açtı. Türk köyleri ve kasabaları, Bulgar silahlı kuvvetleri ve zırhlı birlikleriyle teker teker sarıldı. Bütün Müslüman Türkler, silah kuvvetiyle Slav- Bulgar adları almaya zorlandı. Her Türkün üç göbek soy sap adı, Slav -Bulgar adlarıyla değiştirildi. Yalnız kendi öz adı değil, ana, baba, dede ve nine adları da kütüklerden silindi. Yerlerine Slav- Bulgar adları yazıldı ve Türklere, Slav – Bulgar adları taşıyan yeni hüviyet cüzdanları verildi. Eski cüzdanlar alınıp yok edildi. Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye göç etmiş veya yıllar önce ölüp gitmiş ana, baba, dede ve ninelerinin adları da değiştirildi. Bütün nesep bağları koparıldı. Türk aileleri paramparça edildi. Dilim dilim kıyılan ve un ufak edilen Türk azınlığı, Slav-Bulgar gölünde zorla eritilip yok ediliyor… Hiçbir Türk bu yok edilmeye gönüllü katlanamıyor ve akıl almaz eziyetler yapılıyor. Dayak, işkence, hapis, zindan, sürgün, ırza- namusa saldırı vs. aldı yürüdü. Türklerden pek çok çıldıran ve canına kıyan oldu. Pek çok kişi bu kara kışta Rodoplara, Kocabalkan Dağlarına kaçıp kurtulmayı denedi. Peşlerine kurt köpekleri ve silahlı milisler takıldı. ‘Vur’ emri verildi. Pek çoğu vurulup can verdi. Kimileri çaresiz teslim oldu. Bulgar’ın soğuk namlusu göğsüne dayanan Türkler, kan ağlayarak, ellerine uzatılan basılı dilekçeleri imzaladılar. Slav –Bulgar adları almaya ‘razı oldular’. Her ne pahasına olursa olsun Türklüğünden vazgeçmemek ve Slav ” Bulgar adları almamak için direnmeye çalışan Türk köylerine karşı makinalı tüfekler ve tanklarla saldırıya geçildi. Yerle bir edilen köyler ile havaya uçurulan evler, tank paletleri altında ezilen topluluklar oldu. Türk bölgeleri dışa kapalı ve mühürlü tutulduğundan, bu katliamlarda can veren kardeşlerimizin tam sayısını henüz bilmiyoruz “
Bu isim değiştirmeleri ile anısını anlatan bir göçmen şöyle diyor:
“…annem de eşim olmadan olmaz dedi. Hatta komiser tokat atmaya çalışmış. Sonra annem tuvalete gideceğim diye, dışarıdaki tuvalete gitmiş ve pencereden kaçmış, sonradan arkasından ateş etmişler… Tabiî ki bir sene sonra mecburen kendimiz değiştirdik. Mecbur kaldık. Okula yazılmak için. Benim adım TAMARA’ydı. Pek alışamadık ama mecbur kaldık…” (SK, K, 18/37, 1989, Bursa, 26 Temmuz 2008).[13]
İsim değişikliği sırasında mezar taşlarındaki isimlerin zorla değiştirilmesi ve Müslüman Türklerin zorla Hristiyan mezarlığına gömülmesi sıkça rastlanan bir durum olmaktaydı. Yeni doğan bebeklere Türk değil Bulgar isimlerinin konulması için sıkı takip yapılmaktaydı. Hatta görüşmeci kişi düğünlerde Bulgar müziklerinin çalınması için uyarılmaktaydı. Bu şekilde gelenek be görenek açısından baskı altında tutulmaktaydı.
Bu konuda görüşülenler Nazlı Şencan’ın tezinde şunları söylemekteydi:
“…Hıristiyan mezarlığına zorla gömülen insanlarımızın acısını hiç unutmamak için bu mezarlığı anıt olarak tutacağız….” (İA, E, 31/50, 1989, Bulgaristan-Şumen, 24 Ağustos 2007)
“…Çocuğumuz doğunca Türk ismi koydurmadılar. Evde kulağına Türk ismi fısıldandı.” (NG, K, 22/41, 1989, Adapazarı, 20 Temmuz 2008)
“…Annem böyle Türkiye meraklısıydı çok çok seviyordu….ama orada böyle yapılan bu bize bizzat yapılmadı bu baskı ama ismimizin değiştirilmesi… Benim adım Asya’ydı. Babamın adı Martin’di, Zaharvi de dedemin…” (AA, K, 13/31, 1989, İstanbul, 21 Kasım 2006)[14]
Türkçe konuşma ve müzik dinlemenin yasaklanması durumunu, Türk kıyafetlerini giyilmesi, Türk radyo ve televizyon kanallarına ulaşımın engellenmesi durumları izledi. Bu Uygulamalara karşı ilk tepkiler 1984 Aralık ayında başladı. Protesto yürüyüşleri ile açlık grevlerine başlandı. Bu yürüyüşler sırasında ateş açılıp 8 Türk’ün öldürülmesi, pek çok kişinin yaralanması, tutuklanması, o dönemin hapishanelerinden biri olan Belene Kampı’na veya sürgüne gönderilmesi sonucu gerek yürüyüş sayısını gerekse bu yürüyüşlere katılan kişi sayısını arttırdı. [15] Bu olaylar üzerine bir hafta içinde Kırcaali Bölgesinde on bir bin kişinin katıldığı 11 büyük protesto yürüyüşü düzenlendi. Bulgaristan İçişleri Bakanlığı’nın üst düzey yönetici kadrolarının katıldığı 4 Ocak 1985 tarihli toplantı tutanağında, bu olaylarla ilgili çok önemli bilgiler mevcuttur. Tutanağa göre Güneydoğu Bulgaristan’da 24 Aralık’tan 31 Aralık’a kadar sürekli olarak farklı noktalarda kalabalık protesto yürüyüşleri gerçekleştirildi. Nitekim Ocak 1985 tarihinde de Balkan Sıradağı’nın eteklerinde bulunan Kotel’e yakın Yablanovo (Alvanlar)köyünde üç gün süren direniş, polis ve askeri güçler tarafından bastırılmış olup 1 kişi öldürüldü ve birçok kişi yaralandı, tutuklandı ve 20 direnişçi mahkûmedildi.. O sırada yalnızca Yablanovo köyünden 22 erkek Belene Toplama Kampı’na gönderildi.[16]
Bulgaristan’ın koyduğu yasakların Türklerin hayatını nasıl etkilediği Seçil Yorulmaz’ın yaptığı görüşmelerde ki anlatımlar aracılığıyla anlaşılabilir[17]: “Nasıl olacaktı(Sitemkâr bir tavırla)…Bize haklarımızı vermiyorlardı… Tütün ekiyorduk haklarımızı alamıyorduk… Az para veriliyordu… Biz tarlada çalışıyorduk, çalışıyorduk ama bize yarısı veriliyordu…Üçte birini veriyordu bize tütünlerimizin… Şimdi kasabaya gidiyorduk fazlada Bulgarca bilmiyorduk… Dilimizden Türkçe kaçırıyorduk… Bu Türkçe konuştu diye hemen 5 leva alıyordu senden… Verdim ben çok verdim öyle para… Mesela eşimle anama ziyarete giderken anlamadan eşime Türkçe bir şey söylüyorum ondan sonra arkadan polisler geliyor kimliğini gösteriyor diyor… Ver bakalım 5 leva para… Mecbur veriyorduk zordu…” ( VRN, BG/K2,K,48)
“Bu dönemler işte hatırladığım kadarıyla isim değişiklerinin olduğu zamanlardı… Birinci sınıfa giderken hatırlıyorum işim değişikliğinin olacağı söylentisi yayılmaya başladı… İsim değiştirmediğimiz için evimizde kalamadık… Hep akrabalarımızda kalmaya başladık… Zorunlu olarak ismimiz değiştirilmesin diye… Daha sonra televizyondan bir açıklama yapıldı… İsim değişikliğine kendiliğinden gelmeyen kişilere oradaki sorumlu Bulgar yetkilerinin isim vereceği söylendi… Bizde saçma sapan Hristiyan isimleri almaktansa ismimize en yakın olan Bulgar isimlerini bulduk…” ( KGK,TR/K3,K,34)
Dönemin Devlet Başkanı T. Jivkov, 18 Şubat 1985 yılında isim değiştirme faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi üzerine şöyle demekteydi: “Biz 20 yıldır onlara [Türk Yetkililere], göçten söz ettik, onlar da susarak bizimle alay ettiler. Bizim için göç konusu artık kapanmıştır. Göç edecek ins
anımız yok. Bu insanlar, eskiden Müslümanlaştırılmış Bulgarlardır. Bir adam bile veremeyiz onlara. Bir veya beş kişiyi verecek olursak, elimizi uzatıp kolumuzu kaptırmış oluruz.”
Bu asimilasyon politikasına karşı Türkler arasında gruplaşmaları dernek ve parti kurma faaliyetleri baş göstermeye başladı. Bu grup faaliyetlerinden 1988 tarihli bir raporda şöyle bahsedilmektedir: “Bu soruşturmayla olduğu gibi, soya dönüşe karşı mücadele etmek amacıyla 1984 yılından itibaren ortaya çıkan 28 gizli grubu ve birliği devre dışı bırakmak için istihbaratımızın dairesinde yürütülen çalışmalarımızla da, gruplar halinde organize edilmiş yıkıcı faaliyetlerin kapsamının ve içinde yer alan kişilerin etki alanının sürekli olarak genişlediği tespit edilmiştir. Bu yasa dışı yapıların çoğu, var olan gizli milliyetçi grupların temelinde ortaya çıkmışlardır. Genellikle bu gruplar, [Bulgar] isimlerini geri almakla ilgili yürütülen çalışmalarla aynı döneme denk gelmektedirler.”[18]
1985 yılında hız kazanan direniş yürüyüşlere ve protestolara ev sahipliği yapmaktaydı. Muhammet Hüseyinov bu muamelelere karşı durmak amacıyla kurduğu Uzun Kış Derneği bu gruplardan biriydi. İsim değiştirme sırasında ayaklanan ve şehit veren Kırcali’ye bağlı, Benkovski (Killi) köyünde doğan Uzun Kış sivil toplum örgütünün amacı, barışçıl yöntemlerle Türklerin haklarını aramak olmasına rağmen 9 kişi mahkûm edildi. Derneğin kurucusu Muhammet Hüseyinov’a 49 yıl hapis ve 3 yıl sürgün cezası verildi.[19]
Bulgaristan genelinde gizlice teşkilatlanan örgütün önde gelenlerinin 1985 sonu ve 1986 başlarında tutuklanmalarının ardından 1986‟da yapılan yargılanmalar sonucunda örgüt lideri Ahmet Doğan’ın aralarında bulunduğu 28 kişi devlet aleyhinde faaliyet gösteren gizli örgüt kurmak ve ülke ekonomisini sabote etmek suçlarından 2 ile 12 yıl arasında değişen çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar.[20]
Gösterilen direniş ile ilgili günümüz göçmenleri o günleri şöyle anlatıyor[21]:
“….En çok tepki Kırcaali’den gösterdi ve onların üzerine tanklar yürüdü. Onların üzerine tanklar yürüdükten sonra bütün Bulgaristan Türkleri ayaklandı; yani o bir farklılık… Yunanistan ve Türkiye’ye yakınlığından dolayı çok daha enformasyon ve irtibat halindeydi Türk halkıyla…” (ZA, K, 29/47, 1989, İstanbul, 14 Temmuz 2007)
Yolda polislerce gösterilere katılıp katılmadığı konusunda sorgulanan ve cezalar nedeniyle yalan söyleyerek kurtulmaya çalışan bir çift:
“…Tam inanmışlardı gidecektik ki polislerden biri eşimin ayakkabısını gördü. Eşim süet bir ayakkabı giymişti. Köpük, ayakkabıda iz bırakmıştı. Eşimi ve erkekleri arabadan indirdiler. Sonra bizi Şumnu’daki polis merkezine götürdüler. Biraz sorguladılar. Sorgudan sonra kimliklerimizi aldılar…” (EM, K, 24/44, 1989, İstanbul, 25 Ağustos 2009)
Belene’de sorgulanan bir Türk’ün anlattıkları bu tür korkular nedeniyle ilk zamanlarda baş kaldırılması zor oldu:
”Elektriğe koymuşlar… dedin mi demedin miii.. dedim derse odun.. demedim derse gene dayak..dediler ki… haydi… içeri girdin mi ailene bilmiyorsun ne olduğunu… Zamandaki duyguları gör, gözyaşlarını gör….eğer bu isim değişikliği olmasa biz göçmeyi hiç düşünmüyorduk…” (MŞ, K, 43/63, 1989, İstanbul, 15 Temmuz 2009)
Bulgaristan’da bu direniş sürerken Türkiye’de bulunan Türk halkıda desteğini esirgemeyip tepki mitingleri düzenledi. Bu önemli mitinglerden biri de Güney Marmara’nın İncisi Bursa’da gerçekleşti. Bursa Balkan Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Mümin Gençoğlu yaptığı yazılı açıklamada mitingin amacını, “Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımıza karşı Bulgar Hükümeti’nin sürdürdüğü soykırımı ve zulmü aynı zamanda yaklaşık iki milyon Türk’ün milli duygu inanç ve kültürünü yok etmeyi amaçlayan tutumunu protesto etmek” şeklinde açıkladı. Bursa’da tekbir sesleri ile başlayan mitingde Hasan Mutlucan, kahramanlık türküleri söylemiş ve “Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur”, “esir Türklere hürriyet” gibi pankartlar açıldı.[22]